RABITA VE TEVESSÜL

Sual: Efendim, her ne kadar 80’li-90’lı yıllardaki gibi yaygın bir kesim tarafından karşı çıkılmasa da günümüzde bile “Tevessül ve Rabıta” üzerinde çokça tartışmalar yapılmakta. Toplumda “Tevessül ve Rabıta şirktir.” diyenler de var, bu yollardan faydalanan, olgunlaşan insanlar da var. Acaba tevessül ve rabıta meşru mudur?

Cevap: Tevessül ve rabıta meşru olan bir şey. Mütekaddimin ulemasının bu konuda ihtilafı olmamış. Müteahhirin uleması günümüzde de olduğu gibi, bazı uygulamaları göz önünde bulundurarak meseleye belli reddiyeler getirmiş. Biz ilk önce rabıtadan işe başlayalım...

Bazı mutasavvıflar kendi meselelerine deliller getirmek için Kur’ân’ın, ayetlerin zahirine bağlı kalmayı yeğlemişler. Mesela Kur’ân-ı Kerim’in bir ayetinde buyruluyor:

Kur’ân, bilmediklerinizi, size acayip gelen şeyleri mutlak ehlinden talimi emrediyor. Ehli tasavvuf buradaki “Ehle’z-zikri” kısmını delil getirerek diyor ki, Cenâbı Hak zikir ehlinden sorulmasını emretmiştir. Bu yüzden “ehli zikre” yani mutasavvıflara sorulacaktır. Mutasavvıflar “zikir” kelimesini yorumlamamış direkt kendilerine senet kabul etmişler. Bu yanlış bir şey. Oradaki “ehli zikir”den kasıt ehli ilim, ehli irfandır ki bunlar ya müctehid ya da müctehid payesindeki âlimler, râsih ulemadır. Kur’ân bunlara sorulmasını emrediyor. “Ehlu’l-hal ve’l-akd” dediğimiz kişiler, “ehli zikir”den kasıt bunlardır.

Rabıta konusunda da ehli tasavvuf, Âli İmran Sûresi’nden “ve sâbiru ve râbitu” ayetini delil getirerek, sabırla rabıtaya devamı delil almışlar. Kendilerine sorsan derler ki, Kur’ân’da rabıta zikredilmiştir, Cenâbı Hak rabıtaya devamı emrediyor... Hâlbuki buradaki rabıta da sabırla mü’minlerin arasındaki irtibattır, bağlılıktır, sevgidir, kardeşliktir, ülfet, ünsiyettir… Bu ayetteki rabıtadan da kasıt budur.

Gerçek mutasavvıfların rabıtaya delil getirdiği:

ayeti kerimesidir. “Sadıklarla beraberlik.” Bu zahir planda iyilerin meclisinde bulunmak, iyilerle hem dem olmak, beraber olmak şeklinde mümkün olduğu gibi; insanın her hali böyle olmayabilir, her zaman buna müsait olmayabilir. Şu halde, bu mecliste olmadığı zamanlarda da bu meclisten elde ettiği verileri, bu meclisten aldığı bilgileri, güzellikleri, ölçüleri bu meclisin dışındayken de düşünerek, hatırlayarak sanki daima bu meclisin içindeymiş gibi bir hal üzere bulunması rabıtadır...

Meseleye buradan girersek rabıta fıtrî bir hadisedir. Fıtrî olmakla birlikte akıl da ilim de bunu kabul etmiştir. Nasıl fıtrîdir? Bütün erkek çocuklar çocukluklarında babalarını taklit eder, babaları gibi olmaya çalışırlar. Kız çocukları annelerini taklit ederler. Hatta kucaklarındaki bebeklere, anneleri çocukluklarında kendilerine hangi kelimeleri söyleyip sevmiş, okşamışsa o kelimeler ile onları okşarlar. Niçin? Onların idealinde en mükemmel kadın veya erkek annesi veya babasıdır. Çocuklar birbirleriyle dövüştüklerinde “Benim babam senin babanı döver, benim babamın senin babandan parası çok; benim annem bu yemeği daha güzel yapar, bak bu kazağı benim annem daha güzel ördü...” diye de ifadeler kullanır. Böyle sözlerle anne-babamızı yüceltmek, çocukluğun verdiği bir tavır. Çocuk biraz daha gelişmeye başlayınca, mesela eğer hıfza çalışıyorsa Abdussamed’i taklit eder. Boksa çalışıyorsa Muhammed Ali gibi olmak ister. Kung fuya, Karateye gidiyorsa Yılmaz Aydın gibi olmak ister. Niye? İdealindeki kahraman odur...

Fikirlerde de bu böyledir. Bakıyoruz ne diyorlar Marksist, Leninist, Stalinist… Kendisine bir beşeri lider seçmek suretiyle o beşerde ifnah olmaya, onun gibi olmaya çalışıyorlar. Halbuki istediği onun fikirleridir. Onun şahsiyetiyle pek fazla alakası yoktur. Mesela Marksist bir adam hiç ömründe Marks’ı görmemiştir. Onun fikirlerine hayrandır. O fikirler müşahhas bir kimlikte toplandığı için o kimliği de kabul etmiş ve o kimlikle tanınmıştır. İşte bu hayatın her safhasında böyle...

Rabıta malum, kelime manası itibariyle irtibatlanmak, alakalanmak, bir şeyi birbirine bağlamak… anlamlarına geliyor. Müslüman kendi asrında-zamanında, kendince İslam’ı mükemmel yaşayan kimi biliyorsa, adeta Resûlullah’ın (asv), sahabî’nin yaşantısının amelde, ahlakta, fikirde, hal ve tavırda canlı numunesi olarak kimi bili-yorsa o insanla aynîleşmek istemesine rabıta deniliyor. O insanın fikirleriyle, halleriyle hallenmek, o insanın düşündüğü gibi veya meselelere onun yorumlaması doğrultusunda, onun cephe ve zaviyesinden bakmaya rabıta deniliyor. Belli meselelerde Seyyid Kutub’un fikirleri bana daha İslâmî, daha hoş, daha yapıcı geliyorsa ve onları benimseyip konuşmalarımda onları kullanıyorsam,  hayatımda onları taklide çalışıyorsam benim Seyyid Kutub’la rabıtam vardır. Aynı şekilde İmamı Azam’ın ictihadları benim hoşuma gidiyor, onun ictihadlarıyla amel ediyorsam, ben İmam-ı Azam’la rabıtalıyım. Aynı şekilde de İmam-ı Rabbani’nin ahlâk metodu, yaşantısı, zühdü, takvası benim hoşuma gidiyorsa ben, İmam-ı Rabbani ile de rabıtalı olabilirim...

Ama burada tehlike şu: Rabıta bir araçtır, hayırlı bir araçtır. Amaca ulaşmak için kullanılır. Rabıtayı amaç haline getirmek yani rabıtayı ibadetten saymak doğru değildir. Rabıta şeriatten, dinden değildir; dine ulaştırıcı bir vasıtadır. Şeriatın güzelliklerini elde etmeye yardımcıdır. Bunu şeriatten saymak, ibadet gibi kabul etmek şirktir. Çünkü Allah böyle bir ibadet emretmemiştir. Bugün ehli rabıtanın, rabıta tarif edenlerin özellikle üstünde durdukları ve buna karşı çıkanların da hafsalalarının almadığı “bir beşeri düşünmek...” Onun iki kaşının arasından senin kalbine doğru bir nur akıyor... Tarif bu. Adam da diyor ki; “Yahu bu şirk değil mi, Niçin ben bir beşeri düşünüyorum, bir beşerle meşgulüm?..”

Sual: Peki, Efendim rabıtayı tarif edenler kendisine rabıta yapılacak kişinin üzerinde, Allah’ın tecellisinin tezahür ettiğini iddia ediyorlar. Böyle bir şey olabilir mi, rabıtanın hakikatinde böyle bir şey var mı?

Cevap: Tecelli diye bir şey yok. Rabıtada bize öğretilen, bizim beklediğimiz, ayetinin tefsiridir. Mademki Cenâbı Hak numune-i imtisal olarak Sultanu’l-Enbiya’yı (sas) göstermiş, O’ndan sonra hemen sahabi, tâbiîn, tebe-i tâbiin ve râsih âlimler devri başlamış, işte o âlimler zincirinin, Resûlullah’ın canlı örneği; O’nun ahlakını, sünnetini, mücadele anlayışını, takvasını elden ele intikal yoluyla bugüne kadar yansıtan âlimler zincirinin son halkası olarak zamanımızda kimi kabul ediyorsak -mesela sizi kabul ediyorum diyelim- sizi düşünmem… Yani sizinle devamlı irtibat halinde olmam. Gerek zahiri gerekse sizin yanınızda olmadığım zamanlar bir hadiseyle karşı karşıya kaldığımda sizi hatırlıyorum. Bana böyle konularda ne demişti, nasıl davranmamı tavsiye etmişti?… Hemen sizin verileriniz devreye giriyor, ben de o şekilde yapmaya gayret ediyorum. Ama bunu hatırlayabilmem için bu veriler sizin şahsınızda toplandığından dolayı bu arada şahsınızı da düşünüyorum. Yani sizin hayaliniz de belki gözümün önüne gelebilir. Bu bir sevgi alametidir. Yoksa özellikle, illa hayaliniz gözümün önüne gelsin diye bir inanç yanlıştır. İşte bugünkü mutasavvıfın yanlışı bu. Meseleyi şekilcilikten ibaret gösterip bu noktada ulemanın da damarını attırıyorlar. Onlar diyorlar ki bir akis var veya gelecek. Neyden akis gelecek? Allah’tan o kişiye bir akis gelecek ondan da bana yansıyacak. Halbuki ibadet noktasında Cenâbı Hak:

ifadesiyle ibadette bizi direkt kendisiyle karşı karşıya getirmiştir. Öyleyse daha kimseden yansımaz. Ben kalbimi Allah’a çevirdiğim nisbette Allahu Teâlâ tecelli edecek, lütfedecektir. Birinden yansıma hadisesi yok. Yansıyacak şey ahlâktır,  ilimdir, kemaldir, irfandır. Rabıta budur. Bunun için rabıta yapılır. Ve bunun için de biz gerekli olduğuna inanıyoruz.

Sual: Peki, rabıta mü’minin her halinde olması gerekli midir?

Cevap: Mü’minin her halinde olması lazımdır.

Sual: Bir de; “Allah’ın yanına ancak rabıta ile gidilir.” diye bir söylem var. Bunun hakkında ne buyurursunuz?

Cevap: Allah’ın yanına benim gitmem di-ye bir şey söz konusu değil. Allahu Teâlâ ulûhiyet makamından tenezzülen bana hitab etmiş, bana tenezzül buyurmuş. Öyleyse O’nun huzuruna gitmek gibi bir şeye gerek yok. Allah kendisi tenezzül buyuruyor ve “Ya ibadi!” diye hitap buyuruyor. Yapacağım şey O’nun bana verdiği, emrettiği şeylerdir. Ben aciz/fakir olarak; kendisi el-Kadir, el-Ğani makamından bize tenezzül etmiş. Bundan büyük bir şey olmaz...

Tevessül konusunda da Cenâbı Hak Sûre-i Mâide’de:

Allah’ı isteyen, Allah’a erişmek arzusunda, böyle bir gayreti olan insanların bir vesile ittihaz etmelerini Cenâbı Hak emretmiş. Ben özet olarak söylüyorum -bu konu hakkında yazılan eserleri incelerseniz daha geniş göreceksiniz- din, sahih ilimler, salih ameller vesile olduğu gibi salih zatlar da Allah’a ulaşmaya vesile olabilirler. Bu ilimle amelin kendisinde toplandığı zatlar da Allah’a ulaşmada vesile olabilirler. Vesileyi bir tek noktada düğümlememek lazım. İlim vesiledir, ilimle Allah’a tevessül edebiliriz, amelle Allah’a tevessül edebiliriz aynı şekilde adil ve amil insanlarla da Allah’a tevessül edebiliriz. Nitekim Hazreti Ömer’den mervi olan hadisi şerifte: “Ya Rabbi! Resûli Ekrem (sas) hayatta iken biz O’nunla sana istiane, istiğase ediyor, Sen’den yardım istiyorduk. Şu anda O aramızda yoktur. O’nun amcası Hz. Abbas ile Sana istiğase ediyoruz. Hazreti Abbas’ın hürmetine bize rahmet lütfeyle, yardım lütfeyle...”

Tevessülde dikkat edilecek husus; Hz. Ömer, Hz. Abbas’ın “hürmetine” demiştir. Bugün mü’minlerin yaptığı bir yanlış şu ki, dualarında     -hâşâ-  “filanca zâtın hakkı için” diyorlar. Bu küfürdür. Çünkü Allah hiç kimseye borçlu değildir. Hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur. Yani “Geylanî hakkına, Rabbanî hakkına” diyen insan kâfir olur. Ama “Geylanî hürmetine, Rabbanî hürmetine” diyebiliriz. Çünkü bu insanlar bütün halkın nazarında ve ulemanın ittifakıyla sabit ki Allah yanında muhteremdir inşaallah. Hepimiz bu akideyi taşıyoruz. Abdulkadir Geylanî, İmam Rabbanî Allah’ın yanında muhteremdir, ihtiram sahibidir, bunu kabul ediyoruz ama Allah’ın üze-rinde bir hakları yok, hiç kimsenin. Bu yüzden Hz. Ömer “hakkına” diye dua etmemiş “hürmetine” demiş. Bazı hadislerde de buna benzer nakiller var. Bu yüzden kimi tasavvufî kaynaklar meseleyi tevhitten almış, La ilahe İllallah, tevhittir; Muhammedur Resûlullah tevessüldür, demiş.

Mesela cemaatle namaz kılarken mü’minlerin, bir imam efendinin arkasında namaz kılıp onun ayaklarının dibine başlarını koymaları, imamı cemaate önder yapmaları, imam ile tevessül etmektir. Cemaatin faziletine ulaşmak... Kâbe-i Muazzama’da tavaf ederken, Allah’ın içine girmekten münezzeh olduğu bir taş yığınını Allah’a beyt yapıp orayı tavaf etmek bir tevessüldür. Bir fukaranın gidip elini bir gani/zengin insana açıp “Şey’enlillah-Allah için ver.” demesi bir tevessüldür… Eğer tevessülü reddedenlerin kastettiği mana gerçek olsa “Şey’enlillah” diyen insan, fırıncıya gidip bana ekmek ver diyen insan da kâfir olur. Çünkü Rezzak Allah’dır.

Kâbe’yi tavaf eden adam Allah’ın  -hâşâ- taş yığını içinde olmadığını, Allah’ın mekândan münezzeh olduğunu biliyor ama Allah adına o beyti tavaf ediyor. Niçin? O beyti vesile kılıyor, o beyt ile tevessül ediyor. Adeta biliyor ki orası Allah’ın arşına açılan bir kapıdır, bir penceredir. İbadetler oradan Allah’a uruc edecektir/yükselecektir. Bu yüzden oraya gidiyor. İmamın arkasında secde eden adam onun ayağının dibine kendi başını koyup -hâşâ- imama mı secde ediyor? Hayır, imam ile tevessül ediyor, bizim en takvamız, en muhlisimiz, en temizimiz odur diye onu öne geçirip kendi susuyor. Onun arkasında da bir şey okumuyor. Onun okuduklarını inşaallah Cenâbı Hak müstecab kılar, o hepimizin adına dilekçe verecektir diye onun ile Allah’a tevessül ediyor. Bunlar meşru olduğu gibi mutasavvıfların da kendilerince, meşru dairede, şer’i hududları aşmamak kaydı ile gösterdikleri usuller, tevessül de caizdir. Çünkü Allah Resûlü yine bir hadisinde “Festeinu min ehlil kubur.” buyurmuştur. Bu hadisin sıhhati hakkında İbni Teymiyye -ki tevessülü en çok karıştıran âlimlerden birisi İbni Teymiyye’dir- bir hayli konuşmuş ve sahih olmadığını iddia etmiştir.  Fakat İbni Teymiyye dirilerden tevessülü reddetmemiştir. Diri olanlarla tevessül caizdir, ölülerle tevessül olmaz demiştir. Onun da reddettiği budur. Ama bugünkiler kraldan çok kralcıdırlar. Adeta İbni Teymiyye’yi de ilimlerinde geri bırakacak bir seviyede ne ölü ne diri kabul etmiş, tevessülü kökten reddetmişlerdir. Bu yanlıştır. Ama mutasavvıfların uyguladıkları belli yanlış uygulamalar da var bunu kabul ediyorum, bunların hep karşısındayız. Ama bu yanlış uygulamalar neticesinde müesseseyi reddetmek yanlış olur.

Sual: Efendim günümüzde bu tip yanlış uygulamalar nereden çıkıyor öyleyse?... Bu türden fillerin sebebi ne acaba?

Cevap: Bugün benim de tasavvufa karşı çıktığım noktalar yapılan bu tip yanlış uygulamalardır. Bunların temelinde de cehalet/ilimsizlik var benim güzelim. Günümüzün bütün mutasavvıflarını gezin, istisnalar kaideyi bozmaz, tasavvufu belki hal olarak yaşıyorlar -Allah razı olsun, bir şey demiyoruz- ama nazarî olarak tasavvufun delillerini bilmiyorlar. İşte bundan kaynaklanıyor. Mesela bir ehli tasavvufa sorduğunda Keşfu’l-Mahcûb’u, Kelabazî’yi, Kuşeyrî’yi okumuş musun? Yok... Tasavvufa ait hiçbir eser okumamışlar. Belki de tasavvufa ait eserler okunmasına da karşılar. Onlara göre tasavvuf eserlerden değil müessirden öğrenilir. Böyle bir anlayış var. Güzel, ama bunun muarızı var, bunu delillendirmek zorundayız.

Sual: Bir de şöyle bir söz var: “Ben öyle bir deryanın kenarına geldim ki enbiya onun sahiline gelmedi.” Bu söz ve bunun gibi sözler üzerinde de çokça tartışmalar var. Bunları nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalıyız?..

Cevap: Bu İmam Sühreverdi’nin sözüdür. Şimdi tasavvufta şatahat vardır. Şöyle bir misal vereyim size, bu fıkıhta da kaidedir: Bu, Teymiyye’nin izahıdır. Hallacı Mansur’u anlatırken bu şekilde bir izah getirmiş: Diyelim ki sizin rahatsızlığınız var, mesela şiddetli derecede müzmin baş ağrınız var. Size birisi bir ilaç getirse dese ki bu ilaç baş ağrınıza çok iyi gelecek, bu sizi iyi edecek; siz de hakikaten iyi olacağım diye bu ilacı içseniz, lakin ilacın içinde yüksek dozda alkol/uyuşturucu madde olsa ve o sizi sarhoş etse, sarhoş olsanız o sarhoşluk ile siz bir inkârda bulunsanız kâfir olmazsınız... Veyahut talakta bulunup ailenizi boşasanız şer’en hanımınız sizden boş olmaz. Çünkü o iş ihtiyarınızla olmadı. Gayriihtiyarî o hal üzere bulundunuz...

Ama aynı şekilde bir adam içki içse sarhoş olsa, o adam inkârda bulunsa kâfir olur, katledilmesi vacip olur. Talakta bulunsa, ailesini boşasa hanımı boş olur. Niye? İçkinin sarhoşluk vereceğini biliyor... Teymiyye diyor ki: “Eğer Hallac’ın o mertebeye ulaştığı yol, metod meşru ise, şeriat dairesinden amellerde ihlâs noktasına varıp ihlâsda ifrada gittiğinden o hale gelmişse söylediği söz meşrudur. Evet, şeriata göre katledilmiş ama kâfir değil. Yok, oraya gidene kadar takip ettiği yol gayrimeşru ise, şeriatın dışında ise söylediği söz ile kâfirdir ve belasını bulmuştur...” diyor. Güzel bir söz...

“Ben öyle bir deryanın kenarına geldim ki enbiya onun sahiline gelmedi.” Belki bazı ehli tasavvuf bu söze bazı teviller de getirmiş ama ben o tevillere girmiyorum. Çünkü İbni Arabî buyuruyor ki: “Bizim sözümüz bizden başkasına haramdır.” Biz onların seviyesinde olmadığımız için kalkıp onların sözlerine tevil getirmemiz, izaha çalışmamız yanlış bir şeydir. Bu sözün tevili olmaz...

Şimdi aynı şeyi biz Sühreverdi için de söylüyoruz: Bu sözü söyleyene kadar takip ettiği metod meşru ise ne âlâ, sözünden inşaallah mes’ul değil. Çünkü o anda kuvva-i akliyesi kendisinden gitmiş. İlahi bir cezbe, ilâhî bir muhabbet onu galebe çalmış, o cezbe halinde bir söz söylemiş. İnşaallah Allahu Teâlâ ondan onu muaheze etmeyecek. Ama yok, takip ettiği yol meşru değilse söylediği sözden mes’uldür. Zâten biz o sözünde onunla beraber değiliz...

Bir gün namazda bir sahabe hapşırıyor. Yanındaki de ona “Yerhamukellah-Allah sana rahmet etsin” diyor. “Bu dua İslam’ın güzelliğinden, mü’minin mü’min üzerindeki haklarındandır.” buyuruyor Peygamber Efendimiz. Allah Resûlü (sas) namazı bitirince: “Namazda kim ‘yerhamulkellah’ dediyse o namazını iade etsin, onun namazı bozuldu.” buyuruyor. Sahabi namazını iade ediyor. Diğer taraftan cehren okunan bir namazda -sabah veya akşam namazı- Resûli Ekrem (sas) Kur’an-ı Kerim’den Hz. Musa’nın kıssasını okuyor. Firavun’un -hâşâ- “Ene rabbukumu’l-â’lâ-Ben sizin en büyük rabbinizim.” dediğini bize haber veriyor. Efendimiz bu âyeti okurken, Hz. Ömer birden celalleniyor, namaz içinde bağırıyor: “Onun zamanında ben olsam vallahi kafasını koparırdım...” Namaza devam ediyorlar. Resûli Ekrem’e (sas), “Ömer de namazını iade edecek mi?” diye soruyorlar. Çünkü Efendimiz “Yerhamukellah” diyene “İade et.” demişti. Efendimiz: “Ömer namazını iade etmeyecek. Çünkü onunki tamamen imanının gayretinden ve bir cihad ruhuyla galeyana gelip, İlahi cezbenin tesiri ile söylenmiş bir söz... Bunu görüyoruz...

Mevlânâ’nın bu konuda bir tarifi var da; bir gün Şemsi Tebrizî kendisine bir soru sorar, der ki: “Peygamber mi büyüktür, yoksa Beyazıd-ı Bistâmi mi büyüktür?” Mevlânâ diyor ki: “Nasıl olur, bu nasıl soru?” Şems diyor ki; “Beyazıd Bistâmi demiş ki ‘Ene mâ â’zâme’ş-şâni-Benim şanım ne yücedir.’ Resûlullah aleyhisselam ise buyurmuş ki ‘Mâ arefnake hakka ma’rifetik-Ben seni hakkıyla bilemedim...’ Ey bi-linmekliğini murad eden, bütün noksanlıklardan münezzeh olan Rabbim, ben Seni hakkıyla bile-medim... O böyle derken Beyazıd niçin demiş ki “Benim şanım ne yücedir.” Mevlânâ diyor ki: Resûlullah (asv) büyük bir deniz gibidir. O’na ne kadar akıntı olsa; dereler, nehirler, göller O’na aksa O’nun taşması mümkün değildir. Beyazıd ise at nalı kadardır. Ona bir taş atsan bulanır, iki taş atsan dolar. İşte bu sözün sebebi budur... Şimdi sahabi ile diğerleri arasındaki örnek de bunun gibidir...

Sual: Peki bu bir nevi ölçüsüzlük olmuyor mu? Acaba Hakk’ın yanında bu hal mi makbul yoksa sırat-ı müstakim diye tarif edilen, her halukârda şer’i şerifin çizdiği sınırlar içerisinde olma hali mi?

Cevap: İnsan kuvva-i akliyesini kaybe-dince ölçüsüzlük olabilir. Ama burada en güzeli, istenilen, mademki insanın değeri/kıymeti, diğer mahlûkata üstünlüğü akılladır ve teklif de akladır. Burada insanın gayreti bu hale düşmeden aklını muhafaza etmesidir.

Silsilemizin büyüklerinden Abdulhalık Gucdevani Hazretleri öyle buyuruyorlar: “Biz Hallac’ın zamanına yetişseydik, onu bu hale düşmekten kurtarırdık. Onlar “ene’l-Hak” demişler. Belki bu söz meşrudur ama “Ene” hoş değildir. Bizim yolumuz “Ene” ile değil “Huve” iledir. Keşke “huve’l-Hak” deselerdi...” O zaman ne canları giderdi ne de bugün onun hakkındaki bu fitneler oluşurdu. “Huve’l-Hak” deselerdi hiçbir sorun yok ama “ene” dedikleri için enenin bedeli ağırdır, enenin cezasını çekmişler...