Emin Saraç

EMİN SARAÇ

Emin Saraç: Tokat’ın Erbaa kasabasının Tanoba köyünde doğdum. Babamın ismi Hafız Mustafa Efendi, dedemin ismi Üzeyir Efendi. Dedem Meşayih-i Nakşibendî'den, memleketin sayılı ulemasından bir kimse idi. Hatta medreseler kapanmazdan evvel Niksar’da Keşfî Camii şerifi medresesinin baş müderrisi idi. Bu Keşfî cami şerifi, Mahmut Hüdai hazretlerinin hulefasından Osman Keşfî Efendi’nin namına yapılan bir camidir. Dedem, bilahare biraz kenarda kalmak için Bahrullah Efendinin  işareti ve arzusuyla Tanoba kasabasına gelmiş ve oradaki medresesinin başına geçmiştir. Dedem Tanoba kasabasına geldiğinde biz dünyaya gelmişiz ve onun yanında 6 yaşında Kur'an’ı hatmetmiş olduğumuzu söylerler. Hatim eder etmez kuvvetli bir hafız olan babam bizi hafız yapmak için teşebbüs etmiştir.
Dedem vefat etti fakat babacığım rahmetli bizi okutmanın azimeti içerisinde, her ne kadar baskı altında olsa da, geceleri bizi teheccüde alıştırmanın bereketiyle kaldırır, evvela ağabeyimle bize, ardından da küçük kardeşlerim Osman ile Yusuf’a Kur'an-ı Kerim okuturdu. Dört kardeş de babamızın gayretiyle hafız olduk. Hatta babacığım bizi okuttuğu için mahkemeye çıkarıldığı zaman. Hâkim ona:
“Sen ellerine kitap verip de çocukları okutuyormuşsun doğru mu?” deyince, babam tereddüt etmeden:
“Ben çocuklarıma kimsenin canına, malına ve ırzına bir kötülük yapsınlar diyerekten bir şey öğretmiyorum. Kur'an-ı Azimüşşanı öğretiyorum.” cevabını vermiş ve gözlerinden yaşlar boşanmış. Sonrasında babamın üzerine 6 ay mahkûmiyet bindi. Bu mahkûmiyet kararı bizleri ve başkalarını okutmasın diye alınmıştır. Elhamdülillah, biz bu minval üzere Kur'an-ı Kerim’in nuru, rahmeti ve bereketi ile onlar tarafından yetiştirilmeye çalışıldık. Allah’a şükür biz bu bereketle bugüne kadar yaşadık..
Sonra 1940’da Niksar’da mukabele okumaya gittik. 1941–42–43 senelerinde Niksar-Merzifon’da mukabele okuduk. 1943’te İstanbul’a tahsile geldiğimiz zaman evvela Ali Haydar Efendinin camiine gitmiştik. O da bizi Fatih Camii’ne gönderdi. Fatih Camii baş imamı Ömer Efendi çok gayretli, himmetli bir zat idi. O bizi Fatih Camii’nde üç ay misafir etti. Ondan sonra Üçbaş medresesine gittik. Burada 1950’ye kadar kaldık. 1950’den sonra Ali Haydar Efendinin yanına geri geldik. O bizi, "bu iş burada tamamlanmaz" diyerek devamlı teşvik etti. Akabinde Mısır’a gitmek nasip oldu.
Orada Ezher'in lisesini okuduktan sonra Şeriat fakültesini bitirdim. Sonra kadılık mastırının bir senesini okuduktan sonra Abdunnasır'ın zulmüyle bırakmak zorunda kaldık. 1958’in sonunda İstanbul’a  döndüm. Mısır’da toplam 9 yıl kalmış oldum. İşte bizim tahsil hayatımızın hulasası bu.
Fakat şunu söyleyeyim ki Mısır’da bulunduğumuz zaman 1954 senesiydi. Orada Sefaretler Yurdu’nda öğrendik ki Ankara’da bizim namımızda karar almışlar.  Karara göre, diplomamız tanınmayacak ve askerliğimiz tecil edilmeyecekmiş.  Askerliğimiz tecil edilemeyeceği için de pasaportlarımız yenilenemeyecekti. Bu sebepten mecburi dönüş hâsıl olacağı için arkadaşlar o günden evvel istişare yapalım diye toplandılar. Sultan Mahmut medresesinde oturduk, müzakere ettik. Konuşmalar esnasında arkadaşlar dediler ki: “Mademki diplomalarımız muteber değil, gittiğimiz zaman vazife almamızın imkânı yok o halde biz tahsili bırakalım, terk edelim.” Fakat Allah o anda gönlüme ilham etti dedim ki: “Arkadaşlar biz bu tahsili dinimizi iyi öğrenmek, dindar bir insan olmak; dindar bir şekilde yaşamak için yapıyoruz. Kimseye bir faydamız olmasa bile, kendimizi ahirete iyi bir şekilde hazırlamış oluruz. Siz neden gidiyorsunuz? Ancak bundan sonra iyi bir tahsil yapacaksınız. Zira Arapçayı iyice öğrendiniz, dersleri ciddi manada takip edebiliyorsunuz, hocaların lisanından anlayabiliyorsunuz. O halde devam edelim, nereye kadar gidebilirsek gidelim. Biz atılıncaya kadar burada kalalım.” diye ısrar ettim. Fakat arkadaşlar dinlemediler. 110 kişiden ancak belki 15 kişi kaldık.
İstanbul’a geldiğimin 6. günü İstanbul İmam-Hatip mektebinin müdürü beni 6. ve 7. sınıflara ders vermem için davet etti. Daha önce bu dersi veren Celal Hoca Medine’ye gitmeye ve orada kalmaya niyet etmiş. Beni de evine davet etti ve bana bir mektup okuttu. Meğer Celal Hoca beni sınamaktaymış. Daha sonra benim için, "yerime derslere girebilir" demiş. Velhasıl biz İstanbul İmam-Hatip mektebinde 3 sene hocalık yapmış olduk.
Ondan sonra benim askerlik zamanım geldi. Nihayetinde oradan ayrıldım ve askere gittim. Acemiliğimi İzmir’de yaptım. Sonra İstanbul’a İstihkâm Okuluna geldim. İstihkâm okulunda iken ikindiden sonra Sadabat Camiine gidiyordum. O zamanki Sadabat Camiine İslam Enstitüsünden bazı öğrenciler gelirdi ben de onlara ders okuturdum. Allah Teala bana, askerlik zamanında bile ders okutmayı nasip etti, hamd olsun. Hatta subay devresinden bazısına Kur'an okutmak da nasip oldu. O zaman biz er iken yedek subaylar, “biz de senin gibi askerlik yapsaydık” diye temenni ediyorlardı. Çünkü ben haftada 3 kez eve gidebiliyordum. Bu şekilde askerliği ikmal ettik. Ondan sonra, işte burada, hocalarımızın bana ders verdiği müezzin mahfilinde ders okutmaya başladık. Ve derslerimiz de bugüne kadar devam ediyor.
Haseki açıldığı zaman Tayyar Bey’in ricası üzerine 5 sene 2 devre orada hocalık yaptık amma buradaki derslerimizi de takip ettik elhamdülillah. Ben hayatımın en zevkli anlarını burada ders verirken geçiriyorum. Allah Teala yaptığımız bu dersleri kabul buyursun ve bizi bu derslerden ayırmasın. Cenab-ı Hak'tan niyazım odur ki memleketin ilim erbabı kimseleri ders okumayı ve okutmayı kendilerine zevk-i manevi ile hedef kabul etsinler. Zira kazancın yolu buradan geçer. Çünkü insan öldüğü zaman amel defteri kapanır amma üç kişi müstesna; bunlardan birisi de ilm-i nafi neşretmiş kimseler. Ve ilmin neşredildiği noktalar da İslam tarihi boyunca, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin zaman-ı saadetinden itibaren camilerdir.
Bugün kütüphanelerimizi dolduran kitaplar camilerde yetişen ulemanın asarıdır. Bizim kendisinden istifade ettiğimiz hocalarımız hep camii hocaları olmuştur. Mısır’da da İstanbul’da da her yerde camiler bu ilme merkez olmuştur. Bu camilerimizin imamları namazı avamcasına kılıp gitmekle vazifelerini ikmal etmiş olmuyorlar. Milletimizin bugün cehalette kaldığından şikâyet ediyorlarsa, mesuliyetin büyüğünün kendilerinde olduğunu bilsinler.