Ömer Abdurrahman

ÖMER ABDURRAHMAN

Ömer Abdurrahman 3 Mayıs 1935 yılında Dekahliye vilayetinin el Menzile merkezine bağlı el Cemaliyye'de dünyaya geldi.
Yetişmesi:
Ömer Abdurrahman'ın yetişmesini kendisinden dinleyelim. "Fakir bir anne babadan doğdum. Konuşmaya başlayıp aklım erdiğinde bana; "Sen daha on aylıkken gözlerini kaybettin" dediler. Küçüklüğümde dayım elimden tutar, beni mescide götürür, bana Kur'an öğretirdi.
Beş yaşıma geldiğimde beni görmeyenlere mahsus medreselerden biri olan "Nur Körler Medresesine" kaydettirdiler. Burada görmeyenlere "Briel" metoduyla okuma yazma öğretiyorlardı.
Bu, Tanta'da bir medreseydi. Orada ilk bakım, koruma ve eğitimimi gördüm. Sonra kendi nahiyeme gidip orada on bir yaşındayken Kur'an'ı hıfzettim. Daha sonra Dimyat'ta dînî bir enstitüye girdim. Burada dört yıl okudum, böylece Ezher'in ilkokul diplomasını elde ettim.
Dayım, Kur'an'ı ezberlememde üzerimden ayrılmayan bir göz gibiydi. Zira zamanının çoğunu bana ayırıyordu. Her sabah erkenden el Birke gölcüğünün yakınında bulunan bir mescide daha sabah namazı olmadan gidiyor, okulda hocanın yarın bize anlatacağı dersleri beraber çalışıyorduk.
Dimyat'ta bilinen şiddetli soğuk ve yağmura rağmen bir gün sonraki dersleri öğrenmek için mescide gitmeye, el örgüsü hasır üzerinde oturup okumaya adeta can atarcasına yarış ederdik.
Daha sonra el Munsura'daki dînî (el-Ezher) Medresesine girdim. Bu medrese henüz yeni açılmıştı, herkes okulun yeni açılmasından dolayı büyük bir sevinç içerisindeydi. Bu okulun tam üç yüz öğrencisi vardı. Burada beş yıl okuduktan sonra 1960 yılında Ezher Lisesi diplomasını almaya hak kazandım.
Ezher Lisesi yılları, dîn ve lügat (dil ve edebiyat) bilimlerinin temelinin disiplinli bir şekilde öğretildiği bir merhale olarak bilinirdi. Derslerimize çok iyi çalışırdık. Çoğu zaman biz hocanın yerine kalkar dersi anlatır ve yorumlardık. Hatta Ezher'de okutulan kitapların dışında kitaplar da okuduğumuzdan, hocaları zaman zaman zor durumda bırakan sorular sorardık.
Buradan sonra Ezher Üniversitesi Usûluddîn" Fakültesine girdim. Orada da beş yıl öğrenim gördükten sonra 1965 yılında mezuniyetimi kazandım. Bu fakültede öğrenim dört yıl idi. Eğer o yıl Üniversite Şurası Başkanı (Rektör) Ezher'in eğitim yönünden geliştirilip yeni derslerin okutulması için fakülteyi bir yıl daha uzatmasaydı bir yılımız daha böylece kaybolup gitmeyecekti.
Fakülteden imtiyaz, (pek iyiden de üstün bir not derecesi) Şeref takdiri ile mezun oldum. Buna rağmen fakülteye öğretim görevlisi olarak atanmadım. O yıl fakülte asistan ihtiyacı olduğunu ilan etmediğinden Vakıflar Bakanlığı bünyesinde el Feyyum vilayetinin bir köyüne imam olarak tayinim çıktı. Tayin olduğum köy yirmi bin nüfusa sahipti. Bunun üçte birini Nasraniler oluşturmaktaydı.
Bu köy zeytin ve limon ziraatı ile şöhret bulmuş, ahâlisinin ahlakı panayır insanlarının ahlâkı gibiydi. Erkekleri de talak üzere yemin etmekle meşhurdu. Bu konuda bütün gayretimle durumun ıslahına çalıştım. Özellikle görevimi çok seviyordum. Bu görev "İmam-ul Mescid" unvanıyla anlam kazanıyordu. Bir de ne göreyim, hiç bir zaman doğru dürüst dolmayan saflar dolup taşmakta, küçük büyük, genç ihtiyar, kadın erkek mescide akın etmekteydi.
Davette sloganım şuydu; insan işinde ciddi olur ve elinden geleni yaparsa Allah onu kesin başarıya ulaştırır. Bir kaç kişiden başka kimsenin gelmediği sabah namazında saflar bir biri ardına çoğaldı.
Mezuniyetimden bir yıl sonra "Diploma" diye bilinen "Yüksek Lisans Öğrenimi" gördüm. İki yıl sonra ikinci bir diploma daha aldım. Bu iki yıl master öğrenimine denk kabul ediliyordu. Buna ek olarak üç profesörün imtihan edeceği bir tez hazırladım. Master tezimin konusu "Haram Aylar" idi. Böylece 1967 yılında 5 Haziran savaşından iki ay sonra master diplomasına hak kazandım.
O yıl vilayetin merkezinde vaaz ve irşad göreviyle görevlendirildim. Yeni görevim gezici vaizlik idi. Mescidden mescide dolaşıp vaaz ediyordum.
Hocalarım; Prof Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Prof Dr. Abdül Azim Abbas, Prof Dr. (Şeyh) Ahmed Es Seyyid El Kumî vs. Bu üç hoca benim tez imtihanımı yapan, aynı zamanda kendilerinden ilim dinlenip yazılan alim şahsiyetlerdi.
1968 yılında fakülteye asistan olarak atandım. Bununla beraber e! Feyyum'da camilerde hutbelerime devam ediyor, bu hutbelerimde devletin çeşitli tutarsızlıklarına işaret ediyordum. Derken milli istihbarat teşkilatı hemen hemen her hutbemden sonra beni çağırarak ifademi almaya başladı.
Bunlar Abdünnasır zamanında yapılıyordu. Hutbelerimde Firavun'dan söz ettiğim zaman, hükümet görevlileri bununla Abdünnasır'ı kastettiğimi sanıyorlardı. Abdünnasır yönetimine karşı eleştirilerim gün geçtikçe arttı. Tenkitlerim arttıkça polise çağırılmam da o derece sıklaştı. Nihayet 1969'un sonunda Ezher'e çağırıldım. Üniversite genel sekreteri ile görüştüğümde; geçici olarak -maaşım devam etmek kaydıyla- açığa alındığım haberini verdi. Böylece askerlerin cephesindeki cezaî uygulamanın sivillerin cephesine geçtiğini anlamaya başladım.
Sonra, bir veya iki yıl boyunca yarı maaşla devam eder, ondan sonra ya görevinize iade edilirsiniz veya görevinizden uzaklaştırılırsınız. O gün maaşım sabit bir şekilde 23 Mısır Cüneyhi idi. Aldığım ise bunun yarısı 11.5 cüneyhti. Bunun beş cüneyhini kiraya veriyordum. Diğer yarısı da bana ve 6 cüneyh 50 kuruşla geçimini sağlamaya çalışan anneme kalıyordu.
1969 yılının sonunda açığa alınmamın kaldırıldığını fakat, asistanlıktan üniversite idaresine, görev açıklığı getirilmeden tayin edildim. Buna rağmen ben Feyyum'un köylerinde gezici vaiz olarak konuşmalarıma devam ettim. Kimi zaman bunu açıktan, kimi zaman da gizli yapıyordum. Ve derken 13 Ekim 1970 günü tutuklandım. Abdünnasır da aynı yılın Eylül ayında ölmüştü. Öldüğünde minberden müminlere namazının caiz olmayacağını haykırdım. Ve halkı namaz kılmaktan men ettim. Hemen ardından kaledeki zindana atıldım. Burada sekiz ay yattım, bu sürenin çoğunu 24 nolu koğuşta geçirdim. Burası benim çok hoşuma gidiyordu, beni başka koğuşlara götürdüklerinde hep oraya dönmek istiyordum. 10 Haziran 1971 de kale zindanından tahliye oldum.
Ardından üç aylığına Feyyum Lisesi'ne görevli gittim. Sonra benden Minye Lisesi'ne gitmem istendi. Doktora'yı alayım diye bu isteklerini iki ay savuşturdum. Minye'ye tayinim bana eziyet etmek içindi. Onlar benim Feyyum'da istikrar içinde olduğumu biliyorlardı. Onun için huzurumu kaçırıp suları bulandırmak istiyorlardı. Tabi, istemiyerek de olsa Minye'ye gittik. Gittik ama, giderken de hep mesken, yeme içme ve gidip gelme korkusu ile içice gittim. Fakat bütün korkularım boşuna imiş. Minye'de bana kardeş olacak en hayırlı insanlarla karşılaştım.
Şeyh Mahmud Abdül Mecid bunlardandı. Allah kendisinden razı olsun, başta o olmak üzere diğer kardeşler bana en hayırlı hizmet ve yardımda bulundular. Gittiğim Minye Lisesi, istihbaratla bana zarar verecek her konuda yardımlaşıyordu. Amaçları bana zorluk çıkarmak ve sıkıntı vermekti. Ders programları hazırlandığında, haftanın her günü beni meşgul edecek dersler verilmişti. Lise Müdürü kimseyle görüşmememi ve kimsenin de benimle görüşmemesini söylüyor ve beni tehdit ediyordu. Gittikçe boğazımdaki idam ipini daraltıyorlar, hareketlerimi kısıtlıyorlardı.
Bu arada gizlice perşembe ve cuma akşamları Feyyum'a gidiyor, doktoramın geri kalan kısmının basılmasıyla ilgileniyordum. Usûlü'ddin dekanı Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe ile doktora imtihanı için kimsenin haberi olmadan gün tayin ettik. Bir hafta sonra komisyonun diğer iki hocasına giderek onlardan da söz aldım ve Feyyum'a döndüm. Sonra Mina'ya hastalandığıma dair bir telgraf çektim. O hafta derslere giremeyeceğimi bildirdim. 13 Mart 1972 günü, hatta kardeşimin dahi bilgisi olmadan Kahire'ye gittim. Fakülteye vardım. Doktora imtihanını fakülte dekanı ve iki hocadan başka kimse bilmiyordu. Kimseye bir şey sızdırılmamıştı.
İmtihandan çok kısa bir süre önce, fakültenin ilan tahtasına küçük bir ilan koyup doktora imtihanının saatini duyurduk. Konunun adı "Tevbe Sûresi'nde Kur'an'ın Düşmanlarına tavrı" idi.
Doktora tezinin imtihanı yapıldı, istihbarat birimleri her zaman yaptıkları gibi bu sefer imtihana müdahale edemediler. Ertesi gün Şeyh Ömer Abdurrahman'ın Usulu'ddin Fakültesi'nden Yüksek Şeref payesiyle Doktora'sını aldığı gazetelerde çıkınca herkesi bir şaşkınlıktır aldı gitti. İstihbarat da, halk da bunun nasıl olduğunu anlayamadılar. Bundan dolayı Milli İstibarat, Üniversite'ye asistan olarak tayinime engel oldu. Bu yasak 1973 yılı yazına kadar devam etti.
Sonra, Üniversite Kurulu benim haberim olmadan duruma itiraz eder. Halbuki ben idarenin reisini tanımadığım gibi o da beni tanımıyordu. On sayfa kadar yazdığı bir müzekkerede benzeri görülmemiş bu olayı ve üniversiteden uzaklaştırılmamı şiddetle kınıyor, bir genelge ile bunun bütün bakanlıklara bildirilmesini istiyordu (Allah'ın rahmeti üzerine olsun). 1973 yazında üniversite tarafından çağrıldım. Bana üniversite kadrolarında Kızlar Fakültesi ve Usûlü'ddin'de boş yer olduğunu bildirdiler. Ben de tabii olarak Asyut'a gitmeyi seçtim.
1977 yılına kadar fakültede derslere aralıksız devam ettim. Sonra Suudi Arabistan Riyad Üniversitesinde Külliyetü'l Benat'a (Kızlar Fakültesi'ne) davet edildim. Orada 1980 yılına kadar kaldım. Fakat ilahi kader o yıl beni Mısır'a çekmeseydi bu süre 1981 de dolacaktı.
Aynı yılın Eylül ayında tutuklanmam emri çıktı. Bahane de "korunma" altına alınmamızmış. Yakalanmamak için kaçtım. Fakat bizi, sonunda Ekim ayında yakaladılar.
1981 yılında Enver Sedat'ın öldürülmesinden sorumlu örgüt emiri olarak Askeri Devlet Güvenlik Mahkemeleri önüne çıkarıldım. Her iki davada da suçsuz olduğum hükmüne varıldı. Allah'a hamdu senalar olsun, 2 Eylül 1984 yılında hapishaneden tahliye oldum."
Üstad Ömer Abdurrahman 1992 tarihinde Mısır dışında sürgünde bulunmaktadır. Muhammed, Ahmed, Abdullah, Fatıma, Abdurrahman, Usame ve Hasan isminde yedi çocuğun babasıdır.