Seyyid Hasan En Nedvi

SEYYİD HASAN EN-NEDVİ

Ebu’l-Hasen en-Nedvi denildiginde Hindistan, Hindistan denildiginde de Ebu’l-Hasen en-Nedvi akla gelir. Soyu Resülullah (sav)’in torunu Hasan (r.a.)’a dayanan ailesinin, Hindistan’a ilk gelen ferdi Kutbuddin Muhammed el-Medeni’dir(h. 581-677). Hicri yedinci asirda Tatar istilasindan kaçarak büyük bir kafile ile Bagdat’tan Hindistan’a hicret etmistir. O gün bu gün bu aile Hindistan’da bir çok ilmi ve idari hizmetler ifa etmis, alim ve mücahitler yetistirmistir. Bu gün hala bu mübarek aile Hindistan’da büyük hizmetler görmektedir.
Böyle mübarek bir sülaleden gelen Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Abdulhay el-Haseni Hocaefendi ile Hayrunnisa hanimefendinin üçüncü çocuklaridir. Hicri 6 Muharrem 1333 (m.1914) yilinda, Hindistanin Uttar Pradesh eyaletinin baskenti Lucknow’a 80 kilometre uzaklikta Rayberili kasabasinin takriben 2 km. kuzeydogusunda Seiy Nehri kenarinda ayni sülâleye ait bes on evden olusan bir yerlesim biriminde dünyaya tesrif etmistir.
Ilim ve fazilet ehli bir aileden gelen Nedvi, çok küçük yaslarda kitaplarla tanismis, kitap sevgisi ve ilim aski kalbine yerlesmistir. Henüz bes alti yaslarinda iken taninmis bir alim olan babasini taklit etmeye baslar, onun gibi vaaz eder, irsatta bulunur. Çocukça bir merakla babasinda gördügü örnek yasantiyi uygulamaya çalisir. Dokuz yaslarinda babasini kaybeder, o güne kadar hep dersleri ile mesgul olarak gördügü abisinin yakin ilgisi ile ilk defa bu olayla tanisir. Abisinin terbiyesinde yetisir.
Babasinin vefatindan sonra ailesinin gelirleri azalir ve bir müddet sikinti çekerler. Bu dönemde, fakirlik sebebi ile artik okuyamayacagini düsünür. Ama annesinin dualari kabul olacak ve ümmete isik tutan bir günes olacaktir. Allah Teâla bu ise, Prens Nur Hasan’i sebep kilar ve üstada “Baban öldü, diye üzülüp, artik okuyamayacagim diye tasalanma, ben senin egitim masraflarini tekeffül ediyorum” der. Bu çagda Prens Nur Hasan’in görkemli ve ihtisamli sarayinda misafir olarak kalir. Tahsiline devam eder. On iki on üç yaslarinda büyük alimlerin meclislerinde, onlarla Arapça konusabilecek kadar ileri düzeyde Arapça’yi ögrenmistir. Bunun yani sira Urduca ve Farsça’yi da ilerletmistir. Okuyup yazacak kadar da Ingilizce ögrenmistir. Yirmi yasina geldiginde devrinin medreselerde okutulan ilimleri tahsil etmis bulunmaktaydi.
Yirmi yasinda Hindistan’da iddiali bir egitim müessesi olan Nedvetü’l-Ulema’ya hoca olarak tayin edilir. Kendi yasitlarina ve hatta büyüklerine tefsir dersleri verir. Arapça ögretiminde farkli bir metot dener. Arapça’yi Arapça’dan ögretimde basarili olur ve kisa zamanda talebelerini Arapça’yi konusur ve anlar seviyeye getirir. Elde mevcut egitim kitaplarinin yetersiz oldugunu düsünür ve kendisi gerekli olan kitaplari müfredata göre kaleme alir. Ona göre her ülke, kendi egitim kitaplarini kendi üretmelidir. Egitimde tercüme ile basari elde etmek mümkün degildir. Bunun için Arapça okuma parçalarini ihtiva eden kitaplar yazar, Arap edebiyati ile ilgili eserler verir. Sonraki yillarda da medreselerde ders kitabi olacak mahiyette onlarca kitap yazar.
Bir çok sehri gezer, ilmî ve kültürel faaliyetlerde bulunur. Meshur Islâm Sairi Muhammed Ikbal ile tanisir, siirlerine vurulur. Düsünce ufkunda kendi deyimi ile simsekler çakar. Ikbal’i taniyana kadar, siir melekesinin kültürle ve okumakla ilgili oldugunu sanir. Ikbal için ise, onun siir diline aktardigi manalar, düsünmekle veya okumakla, kültürle elde edilebilecek seyler degildir, der.
Tek basina ilmi faaliyetlerin yeterli olmayacagi kanaatindedir. Bu amaçla bir arayis içine girer. Civar illeri gezer, döneminin ileri gelen sahsiyetleri ile tanisir, düsüncelerini açar. Amaci farkli tecrübelerden istifade etmek ve öncekilerin hatalarini tekrar etmeksizin, kisa zamanda uzun mesafeler kat etmektir. Bu amaçla Teblig cemaatinin lideri Muhammed Ilyas Kandehlevi ile tanisir. Çok etkilenir, ayni hareketi kendi dünyasinda tatbik etmek ister.
Ufku genislemis ve Hindistan disindaki müslüman dünya ile de ilgilenmeye baslamistir. Bu dönemde ilim ve fikir dünyasinda firtinalar koparan, büyük bir ilgi ve begeni toplayan “Müslümanlarin gerilemesi ile dünya neler kaybetti” adli eserini kaleme alir. Henüz Arap dünyasi ile bir tanismisligi olmadigindan, eseri Urduca’ya çevirir ve ilk baskisini Hindistan’da yapar. 1947 yilinda ilk haccini yapar. Burada Hicazin ileri gelen alimleri ile tanisir. Ama asil 1950 yilinda yaptigi ikinci haccinda etraflica Hicaz alimleri ile görüsür, konferanslar verir, radyoda konusmalar yapar. Bu arada eserini Arapça bastirma imkanini elde eder. Eseri Misir’in saygin yayinevlerinden birinde basilir ve kisa bir zamanda el kitabi haline gelir. Artik müellif bu eseri ile taninacaktir. Onu tanitanlar su eserin sahibi filan zat diye takdim ederler. Eser ingilizlerin alçakça ve sinsice oyunlarini gözler önüne serer, müslümanlarin uyanmasina bir vesile olur. Bu nedenle dönemin Ingiliz hükümeti uzun bir müddet bu kitabin Ingiltere’ye girisine yasak koyar.
1951 yilinda Misir’i ziyaret ettiginde Misir’da taninan bir kisidir. Seyyid Kutup, Muhammed Gazali ve Haseneyn Mahluf gibi devrin ileri gelen fikir ve ilim adamlari ile fikir teatisinde bulunur. Dünyanin muhtelif yerlerinden gelen müslüman talebelerle tanisir, düsüncelerini onlara açar. Bu arada Türkiye’den gitmis olan talebelere de sohbetler eder. Onlarla çabucak bir ünsiyet kurdugunu, kanlarinin kaynastigini söyler. Bu talebeler arasinda halen Fatih Camiimizde kadim usul üzere tedrise devam eden muhterem hocamiz Muhammed Emin Saraç ta bulunmaktadir. Daha sonra Türkiye’ye her geldiginde hocaefendiyi arayacak ve soracak, o günlerde atilan bu tohum her ne zaman Türkiye anilsa Üstadin aklina hoca efendiyi getirecektir. Bu dostlugun bir semeresi olarak her münasebetle Hindistan’a davet edilen hoca efendi ilk kez 1997 yilinin sonlarinda Hindistan’da akdedilen uluslararasi bir toplantiya gitme firsati bulur ve aralarinda bu satirlarin yazarinin da bulundugu bir gurupla Hindistan’in Lucknow kentine, Nedvetü’l-Ulema’nin bulundugu merkeze takriben bir haftalik bir ziyaret nasip olur. Orada Üstadi yakindan görme ve tanima imkani dogar. Her yönü ile dört dörtlük bir alim, bir fikir adami, bildigini yasayan, yasadigini söyleyen bir ulu insan taninir. Zühdü ve tevazusu ile günes gibi yanina yaklasanlari eriten, bilgisi ve hikmeti ile yildiz gibi her yöne rehber olan bu asirda esi benzeri zor bulunur bir zat görülür. O her hali ile bu asra ait olmadigini gösteriyordu. Ceddi Hasan (r.a.)’in asrina aitti ve bu dünyada bu haliyle hep garipti.
Bu yolculugumuzda Hindistan’da Hilafet merkezinin çocuklari olarak karsilanmis, gördügümüz ilgi karsisinda sasa kalmistik. Anladik ki, Üstadin Osmanliya olan hayranligi, her Hint müslümani kardesimizin kalbinde ayni sicaklikta hissedilmekteymis. Bu gözler ve ziyarete katilan diger gözler, gördükleri harikulade manzara karsisinda büyülenmislerdi. Ne yazik ki, hep Osmanli ile yatip kalkan Hint müslümanlarini, Osmanli evlatlari belki de hiç anmamaktadirlar. Orada her milletten müslümanlar eserler birakmakta idiler, ama onlar Osmanli mimarisi örnegi bir cami görmek istiyorlardi. Çünkü onlar yüzlerce yil orada hükümranlik sürmüs Türklerin eserlerini görmeye alismislardi.
Tekrar Üstadin hayat yolculuguna dönecek olursak, Misir ziyareti ile artik uluslararasi bir kimlik kazanmis oldu. Bundan sonra bir çok Islam ülkesini gezdi. Islam dünyasinin dogusu ile batisi arasinda hemen hemen gezmedigi görmedigi yer kalmadi. Batiyi ve Amerikayi gezdi buralarda konferanslar verdi. Islam gençligini uyandirmanin gayreti içinde oldu. O bir egitimci idi. Tek düsüncesi Islam gençligini batinin maddeci ve ahlaksiz dünyasindan kurtarmakti. Bunun için her gittigi yerde, idarecilerle görüsüyor, ilim ve fikir adamlari ile fikir teatisinde bulunuyordu. Üstad için söylenecek çok sey var, ama fazilet sahiplerini ancak faziletli insanlar tanir ve bilir. Ali Tantavi’nin Ustad için kullandigi su ifadeler ne kadar dogru ve yerindedir: “Ebu’l-Hasen’i Mekke’de, Medine’de ve Sam’da yakinen tanidim, daha önce de Hindistan’dan biliyordum. Her halükarda onu hak yolunda istikamet üzere duran, Allah için çalisan, gerçek züht sahibi bir zahit ve tevazu eri olarak gördüm. O öyle hayat perdesinin ardinda yasayan gafillerin, dünya nedir bilmeyen, dünyanin içindekilerden habersiz kisilerin zahitligini degil, dünyayi ve dünya ehlini taniyan bir alimin zühdünü yasiyordu. Doguyu ve batiyi görmüs, dünya baskentlerinde ve sehirlerinde dolasmis, ulularla ve küçüklerle oturup kalkmis, gençliginin ilk çaglarini Prens Nur Hasan’in sarayinda geçirmis, lüksün ve konforun en alasini yasamis biri iken, bütün bunlardan el etek çekmis gerçek zahit biri idi. Onun zahitligi mahrumiyetin dogurdugu bir zahitlik degildi. O, yiyecek lokmasi olmayip ta kendini zahit gösteren aç birinin zühdünü yasamiyordu. Aksine önünde envai türlü yemekler dururken onlara karsi istahsiz kalarak bir zahitlik yasiyordu. Uluslararasi konferanslara katildiginda, misafirlerin konakladigi büyük otellerde konaklamaktan kaçinir, ögrencilerinin evine misafir olmayi tercih ederdi. Ne kadar da çok talebesi vardi.
Bir kale insa eden, bir orduya komuta eden ululardan sayiliyorsa, bilinmelidir ki, Ebu’l-Hasen, talebelerinin kalplerinde taslardan insa edilen kalelerden daha muhkem daha güçlü kaleler insa etmistir, salih alimlerden, ihlas sahibi davetçilerden küçük bir ümmet olusturmustur”1.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi bütün hayatini egitim ve ögretim için harcadi. Onun felsefesinde her on yilda bir nesil egitilebilir ve yetistirilebilirdi. Ve en kalici hizmet de süphesiz buydu. On bes yaslarinda basladigi egitim ve ögretim hayatini seksen bes yasinda noktaladiginda tam yedi nesil onun terbiyesinden geçmis oldu. Binlerce talebe bilfiil ondan feyiz aldi. Islam ümmetinin milyonlarca ferdi onun kitaplarindan okudu, istifade etti. Fikirleri dünyanin her bir yanina yayildi. Müslümanlar için Hindistan artik O’nun adi ile anilir oldu. Süphesiz O, Rabbine yürüdü, aglanilacak bir hali yok, degil sakalina saçina ak düsmesi, saçi ile sakali ile ak ve pak bir müslüman olarak arzusuna kavustu. Her teli Islam için agarmis olan sakallari ve saçlarinin sayisinca derece cennette onu bekliyor insallah. Aglanacaksa genelde bütün Islam alemine, özelde de Hindistan’a aglanmali. Hikmeti, ilmi ve gerçek siyaseti arayanlar aglasinlar, bu kavramlarin gerçek anlamda tecelli ettigi büyük bir çinar bu fani alemi terketmis bulunmaktadir.
En zor yazilardan birisi, süphe yok ki, insanin sevdigi kisi için yazdigi vefat yazisidir. Kendisi taziyeye muhtaç iken, bir taziye yazisi yazmak hiçte kolay bir sey degildir. Bir de yaziya konu olan zat, ümmetin bu asirdaki hikmet çinari, ilim deryasi, irfan denizi olan ulu birisi olursa bu yazi bir o kadar daha zorlasmaktadir. Çünkü onu kelimelerle anlatmak, satirlara dökmek âdeta imkansizdir. O bütün anlamlari ile Resülullah (sav)’e varis olan bir isim. O Hint diyarinin söz sahibi ismi. O bütün dünya müslümanlarinin fikirleri ile yetistigi bir önder. Alim bir insan, fikir adami, islami hareketlerin önderligini yapmis bir sahsiyet. Bakildiginda Allah’in hatirlandigi bir yüce insan. Seksen yili askin, ilim ve irfan dolu, her tarafi hikmet fiskiran bir ömrün sonunda, tek gayesi rizasini elde etmek oldugu Rabbine yürüdü. Yüzbinler cenaze namazini kildi, bütün Islam aleminde giyabi cenaze namazlari kilindi. Sadece Harem-i serifte Kadir gecesinde iki buçuk milyonu askin insan giyabi cenaze namazini kildi. Allah’in rahmeti ve bereketi üzerine olsun, Allah sefaatine nail eylesin. Süphe yok ki, hepimiz Allah’in mülküyüz ve hepimiz O’na gidicileriz2.
1999 senesinin son günü, muhtemelen cumanin mübarek saatinde bu fani alemden göçmüştür.

Ebu’l-Hasen en-Nedvi denildiginde Hindistan, Hindistan denildiginde de Ebu’l-Hasen en-Nedvi akla gelir. Soyu Resülullah (sav)’in torunu Hasan (r.a.)’a dayanan ailesinin, Hindistan’a ilk gelen ferdi Kutbuddin Muhammed el-Medeni’dir(h. 581-677). Hicri yedinci asirda Tatar istilasindan kaçarak büyük bir kafile ile Bagdat’tan Hindistan’a hicret etmistir. O gün bu gün bu aile Hindistan’da bir çok ilmi ve idari hizmetler ifa etmis, alim ve mücahitler yetistirmistir. Bu gün hala bu mübarek aile Hindistan’da büyük hizmetler görmektedir.
Böyle mübarek bir sülaleden gelen Ebu’l-Hasen en-Nedvi, Abdulhay el-Haseni Hocaefendi ile Hayrunnisa hanimefendinin üçüncü çocuklaridir. Hicri 6 Muharrem 1333 (m.1914) yilinda, Hindistanin Uttar Pradesh eyaletinin baskenti Lucknow’a 80 kilometre uzaklikta Rayberili kasabasinin takriben 2 km. kuzeydogusunda Seiy Nehri kenarinda ayni sülâleye ait bes on evden olusan bir yerlesim biriminde dünyaya tesrif etmistir.
Ilim ve fazilet ehli bir aileden gelen Nedvi, çok küçük yaslarda kitaplarla tanismis, kitap sevgisi ve ilim aski kalbine yerlesmistir. Henüz bes alti yaslarinda iken taninmis bir alim olan babasini taklit etmeye baslar, onun gibi vaaz eder, irsatta bulunur. Çocukça bir merakla babasinda gördügü örnek yasantiyi uygulamaya çalisir. Dokuz yaslarinda babasini kaybeder, o güne kadar hep dersleri ile mesgul olarak gördügü abisinin yakin ilgisi ile ilk defa bu olayla tanisir. Abisinin terbiyesinde yetisir.
Babasinin vefatindan sonra ailesinin gelirleri azalir ve bir müddet sikinti çekerler. Bu dönemde, fakirlik sebebi ile artik okuyamayacagini düsünür. Ama annesinin dualari kabul olacak ve ümmete isik tutan bir günes olacaktir. Allah Teâla bu ise, Prens Nur Hasan’i sebep kilar ve üstada “Baban öldü, diye üzülüp, artik okuyamayacagim diye tasalanma, ben senin egitim masraflarini tekeffül ediyorum” der. Bu çagda Prens Nur Hasan’in görkemli ve ihtisamli sarayinda misafir olarak kalir. Tahsiline devam eder. On iki on üç yaslarinda büyük alimlerin meclislerinde, onlarla Arapça konusabilecek kadar ileri düzeyde Arapça’yi ögrenmistir. Bunun yani sira Urduca ve Farsça’yi da ilerletmistir. Okuyup yazacak kadar da Ingilizce ögrenmistir. Yirmi yasina geldiginde devrinin medreselerde okutulan ilimleri tahsil etmis bulunmaktaydi.
Yirmi yasinda Hindistan’da iddiali bir egitim müessesi olan Nedvetü’l-Ulema’ya hoca olarak tayin edilir. Kendi yasitlarina ve hatta büyüklerine tefsir dersleri verir. Arapça ögretiminde farkli bir metot dener. Arapça’yi Arapça’dan ögretimde basarili olur ve kisa zamanda talebelerini Arapça’yi konusur ve anlar seviyeye getirir. Elde mevcut egitim kitaplarinin yetersiz oldugunu düsünür ve kendisi gerekli olan kitaplari müfredata göre kaleme alir. Ona göre her ülke, kendi egitim kitaplarini kendi üretmelidir. Egitimde tercüme ile basari elde etmek mümkün degildir. Bunun için Arapça okuma parçalarini ihtiva eden kitaplar yazar, Arap edebiyati ile ilgili eserler verir. Sonraki yillarda da medreselerde ders kitabi olacak mahiyette onlarca kitap yazar.
Bir çok sehri gezer, ilmî ve kültürel faaliyetlerde bulunur. Meshur Islâm Sairi Muhammed Ikbal ile tanisir, siirlerine vurulur. Düsünce ufkunda kendi deyimi ile simsekler çakar. Ikbal’i taniyana kadar, siir melekesinin kültürle ve okumakla ilgili oldugunu sanir. Ikbal için ise, onun siir diline aktardigi manalar, düsünmekle veya okumakla, kültürle elde edilebilecek seyler degildir, der.
Tek basina ilmi faaliyetlerin yeterli olmayacagi kanaatindedir. Bu amaçla bir arayis içine girer. Civar illeri gezer, döneminin ileri gelen sahsiyetleri ile tanisir, düsüncelerini açar. Amaci farkli tecrübelerden istifade etmek ve öncekilerin hatalarini tekrar etmeksizin, kisa zamanda uzun mesafeler kat etmektir. Bu amaçla Teblig cemaatinin lideri Muhammed Ilyas Kandehlevi ile tanisir. Çok etkilenir, ayni hareketi kendi dünyasinda tatbik etmek ister.
Ufku genislemis ve Hindistan disindaki müslüman dünya ile de ilgilenmeye baslamistir. Bu dönemde ilim ve fikir dünyasinda firtinalar koparan, büyük bir ilgi ve begeni toplayan “Müslümanlarin gerilemesi ile dünya neler kaybetti” adli eserini kaleme alir. Henüz Arap dünyasi ile bir tanismisligi olmadigindan, eseri Urduca’ya çevirir ve ilk baskisini Hindistan’da yapar. 1947 yilinda ilk haccini yapar. Burada Hicazin ileri gelen alimleri ile tanisir. Ama asil 1950 yilinda yaptigi ikinci haccinda etraflica Hicaz alimleri ile görüsür, konferanslar verir, radyoda konusmalar yapar. Bu arada eserini Arapça bastirma imkanini elde eder. Eseri Misir’in saygin yayinevlerinden birinde basilir ve kisa bir zamanda el kitabi haline gelir. Artik müellif bu eseri ile taninacaktir. Onu tanitanlar su eserin sahibi filan zat diye takdim ederler. Eser ingilizlerin alçakça ve sinsice oyunlarini gözler önüne serer, müslümanlarin uyanmasina bir vesile olur. Bu nedenle dönemin Ingiliz hükümeti uzun bir müddet bu kitabin Ingiltere’ye girisine yasak koyar.
1951 yilinda Misir’i ziyaret ettiginde Misir’da taninan bir kisidir. Seyyid Kutup, Muhammed Gazali ve Haseneyn Mahluf gibi devrin ileri gelen fikir ve ilim adamlari ile fikir teatisinde bulunur. Dünyanin muhtelif yerlerinden gelen müslüman talebelerle tanisir, düsüncelerini onlara açar. Bu arada Türkiye’den gitmis olan talebelere de sohbetler eder. Onlarla çabucak bir ünsiyet kurdugunu, kanlarinin kaynastigini söyler. Bu talebeler arasinda halen Fatih Camiimizde kadim usul üzere tedrise devam eden muhterem hocamiz Muhammed Emin Saraç ta bulunmaktadir. Daha sonra Türkiye’ye her geldiginde hocaefendiyi arayacak ve soracak, o günlerde atilan bu tohum her ne zaman Türkiye anilsa Üstadin aklina hoca efendiyi getirecektir. Bu dostlugun bir semeresi olarak her münasebetle Hindistan’a davet edilen hoca efendi ilk kez 1997 yilinin sonlarinda Hindistan’da akdedilen uluslararasi bir toplantiya gitme firsati bulur ve aralarinda bu satirlarin yazarinin da bulundugu bir gurupla Hindistan’in Lucknow kentine, Nedvetü’l-Ulema’nin bulundugu merkeze takriben bir haftalik bir ziyaret nasip olur. Orada Üstadi yakindan görme ve tanima imkani dogar. Her yönü ile dört dörtlük bir alim, bir fikir adami, bildigini yasayan, yasadigini söyleyen bir ulu insan taninir. Zühdü ve tevazusu ile günes gibi yanina yaklasanlari eriten, bilgisi ve hikmeti ile yildiz gibi her yöne rehber olan bu asirda esi benzeri zor bulunur bir zat görülür. O her hali ile bu asra ait olmadigini gösteriyordu. Ceddi Hasan (r.a.)’in asrina aitti ve bu dünyada bu haliyle hep garipti.
Bu yolculugumuzda Hindistan’da Hilafet merkezinin çocuklari olarak karsilanmis, gördügümüz ilgi karsisinda sasa kalmistik. Anladik ki, Üstadin Osmanliya olan hayranligi, her Hint müslümani kardesimizin kalbinde ayni sicaklikta hissedilmekteymis. Bu gözler ve ziyarete katilan diger gözler, gördükleri harikulade manzara karsisinda büyülenmislerdi. Ne yazik ki, hep Osmanli ile yatip kalkan Hint müslümanlarini, Osmanli evlatlari belki de hiç anmamaktadirlar. Orada her milletten müslümanlar eserler birakmakta idiler, ama onlar Osmanli mimarisi örnegi bir cami görmek istiyorlardi. Çünkü onlar yüzlerce yil orada hükümranlik sürmüs Türklerin eserlerini görmeye alismislardi.
Tekrar Üstadin hayat yolculuguna dönecek olursak, Misir ziyareti ile artik uluslararasi bir kimlik kazanmis oldu. Bundan sonra bir çok Islam ülkesini gezdi. Islam dünyasinin dogusu ile batisi arasinda hemen hemen gezmedigi görmedigi yer kalmadi. Batiyi ve Amerikayi gezdi buralarda konferanslar verdi. Islam gençligini uyandirmanin gayreti içinde oldu. O bir egitimci idi. Tek düsüncesi Islam gençligini batinin maddeci ve ahlaksiz dünyasindan kurtarmakti. Bunun için her gittigi yerde, idarecilerle görüsüyor, ilim ve fikir adamlari ile fikir teatisinde bulunuyordu. Üstad için söylenecek çok sey var, ama fazilet sahiplerini ancak faziletli insanlar tanir ve bilir. Ali Tantavi’nin Ustad için kullandigi su ifadeler ne kadar dogru ve yerindedir: “Ebu’l-Hasen’i Mekke’de, Medine’de ve Sam’da yakinen tanidim, daha önce de Hindistan’dan biliyordum. Her halükarda onu hak yolunda istikamet üzere duran, Allah için çalisan, gerçek züht sahibi bir zahit ve tevazu eri olarak gördüm. O öyle hayat perdesinin ardinda yasayan gafillerin, dünya nedir bilmeyen, dünyanin içindekilerden habersiz kisilerin zahitligini degil, dünyayi ve dünya ehlini taniyan bir alimin zühdünü yasiyordu. Doguyu ve batiyi görmüs, dünya baskentlerinde ve sehirlerinde dolasmis, ulularla ve küçüklerle oturup kalkmis, gençliginin ilk çaglarini Prens Nur Hasan’in sarayinda geçirmis, lüksün ve konforun en alasini yasamis biri iken, bütün bunlardan el etek çekmis gerçek zahit biri idi. Onun zahitligi mahrumiyetin dogurdugu bir zahitlik degildi. O, yiyecek lokmasi olmayip ta kendini zahit gösteren aç birinin zühdünü yasamiyordu. Aksine önünde envai türlü yemekler dururken onlara karsi istahsiz kalarak bir zahitlik yasiyordu. Uluslararasi konferanslara katildiginda, misafirlerin konakladigi büyük otellerde konaklamaktan kaçinir, ögrencilerinin evine misafir olmayi tercih ederdi. Ne kadar da çok talebesi vardi.
Bir kale insa eden, bir orduya komuta eden ululardan sayiliyorsa, bilinmelidir ki, Ebu’l-Hasen, talebelerinin kalplerinde taslardan insa edilen kalelerden daha muhkem daha güçlü kaleler insa etmistir, salih alimlerden, ihlas sahibi davetçilerden küçük bir ümmet olusturmustur”1.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi bütün hayatini egitim ve ögretim için harcadi. Onun felsefesinde her on yilda bir nesil egitilebilir ve yetistirilebilirdi. Ve en kalici hizmet de süphesiz buydu. On bes yaslarinda basladigi egitim ve ögretim hayatini seksen bes yasinda noktaladiginda tam yedi nesil onun terbiyesinden geçmis oldu. Binlerce talebe bilfiil ondan feyiz aldi. Islam ümmetinin milyonlarca ferdi onun kitaplarindan okudu, istifade etti. Fikirleri dünyanin her bir yanina yayildi. Müslümanlar için Hindistan artik O’nun adi ile anilir oldu. Süphesiz O, Rabbine yürüdü, aglanilacak bir hali yok, degil sakalina saçina ak düsmesi, saçi ile sakali ile ak ve pak bir müslüman olarak arzusuna kavustu. Her teli Islam için agarmis olan sakallari ve saçlarinin sayisinca derece cennette onu bekliyor insallah. Aglanacaksa genelde bütün Islam alemine, özelde de Hindistan’a aglanmali. Hikmeti, ilmi ve gerçek siyaseti arayanlar aglasinlar, bu kavramlarin gerçek anlamda tecelli ettigi büyük bir çinar bu fani alemi terketmis bulunmaktadir.
En zor yazilardan birisi, süphe yok ki, insanin sevdigi kisi için yazdigi vefat yazisidir. Kendisi taziyeye muhtaç iken, bir taziye yazisi yazmak hiçte kolay bir sey degildir. Bir de yaziya konu olan zat, ümmetin bu asirdaki hikmet çinari, ilim deryasi, irfan denizi olan ulu birisi olursa bu yazi bir o kadar daha zorlasmaktadir. Çünkü onu kelimelerle anlatmak, satirlara dökmek âdeta imkansizdir. O bütün anlamlari ile Resülullah (sav)’e varis olan bir isim. O Hint diyarinin söz sahibi ismi. O bütün dünya müslümanlarinin fikirleri ile yetistigi bir önder. Alim bir insan, fikir adami, islami hareketlerin önderligini yapmis bir sahsiyet. Bakildiginda Allah’in hatirlandigi bir yüce insan. Seksen yili askin, ilim ve irfan dolu, her tarafi hikmet fiskiran bir ömrün sonunda, tek gayesi rizasini elde etmek oldugu Rabbine yürüdü. Yüzbinler cenaze namazini kildi, bütün Islam aleminde giyabi cenaze namazlari kilindi. Sadece Harem-i serifte Kadir gecesinde iki buçuk milyonu askin insan giyabi cenaze namazini kildi. Allah’in rahmeti ve bereketi üzerine olsun, Allah sefaatine nail eylesin. Süphe yok ki, hepimiz Allah’in mülküyüz ve hepimiz O’na gidicileriz2.
1999 senesinin son günü, muhtemelen cumanin mübarek saatinde bu fani alemden göçmüştür.