Sual: Cenâb-ı Hak Maide Sûresi’nde bir ayet-i kerimede: “Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş (taş, ağaç vb. ile), vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile), canavarların yediği hayvanlar ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı…” buyurmakta. Akabinde de “Dininizi kemale getirdim.” buyuruyor. Yine devam ediyor. “…İnsan zarurete düştüğünde bunlardan yararlanabilir…” en sonda da “Şüphe yok ki Allah Teâlâ Ğafurdur, Rahîmdir…” İnsan mantığıyla düşündüğümüz zaman Allah’ın dininizi ikmal ettim buyurduğu bir ayetin öncesinde dine dair, şeriate dair bilgiler olur diyoruz. Ama Allahu Teâlâ çok değişik bir girişle ayete giriyor. Buradaki kemâle gelme nasıl anlaşılmalı? Birçok müfessir buradaki dinin tamamlanmasını, nurun tamamlanması olarak anlıyor. Nurun, din olduğunu söylüyorlar ama siz din ile nurun ayrı kavramlar olduğunu söylüyorsunuz…
Cevap: Daha evvel de söylenilmişti: Din Allah ile kul arasındaki rabıtanın, ilişkinin, hukukun adıdır. Ve kulu Allah'a yaklaştırıcı, Allah'a ulaştırıcı en kâmil vesile, en mükemmel araç dindir. Allah’a yaklaşma noktasında onun kadar tekâmül etmiş bir hakikat yoktur. İnsanlar onu anlayabildiği, bütünleşebildiği nispette Allah'a yaklaşır, sevimli olur…
Bu ayet-i kerimede zikredilen şeylerin hiçbiri Allahu Teâlâ’nın zatı ile alâkalı değildir. İnsan için, insana gerekli olan, insanın yaşamasını devam ettirecek olan meselelerdir. Cenâb-ı Hak yarattığı, nimetlendirdiği, değişik güçlerle donattığı her insanı farklı şekillerle de imtihan etmiştir. Ama Cenâb-ı Hak bu imtihanların hiçbirinde o insanın altından kalkamayacağı bir soru sormamıştır. Bu imtihanı bazen emr-i ilahîsiyle, bazen de ruhsatlarla kolaylaştırmıştır. Yani bazı ek/yardımcı izinlerle kulun imtihanını kolaylaştırmıştır.
Cenâb-ı Hak dinini tamamlamıştır. Din tamamlanmıştır demek, dine daha bir ilave olmayacaktır. Din adeta kalıplaşmıştır, bu kalıp bozulmayacak, bu şekil değişmeyecektir. Bunun kendi içinde, tabiri caizse, durduğu yerde olgunlaşması, nurun tamamlanmasıdır. Nurun tamamlanması dinin olduğu yerde, şekli değişmeden kendi içinde olgunlaşmasıdır. Yani insanlar tarafından daha anlaşılır olması, anlaşılabilmesi, nurun tamamlanmasına sebeptir. Bu nurun tamamlanmasıyla da tekâmül etmiş bir dinin muhatabı olan insan da kâmilleşecektir yoksa din ortada kalmış olur. Hiç kimse bir çocuğa veya çocuk karakterli birine bir mes’uliyet, mükellefiyet yüklemez. Cenâb-ı Hak da en kâmil mânâda ihsan buyurduğu ve bütün zerreden kürreye âlemlerinin kurtuluşunu anlaşılmasına, yaşanmasına bağladığı din-i mübînini, murad-ı İlâhi’sini zayıf, kişiliksiz, karaktersiz insanlara /toplumlara vermesi düşünülemez. Cenâb-ı Hak gerçekten seçicidir ve bu yüzden insanlığın içinden Enbiya’yı seçmiştir. O Enbiya’nın etrafında onların ashabını seçmiştir. Belli aileleri seçmiştir bunu ayet-i kerimede de haber veriyor.
“Allahu Teâlâ Âdem’i, Âdem’in zürriyetinden Nuh’u; Nuh’tan sonra İbrahim’i; İbrahim’den sonra İmran’ı, Musa’nın ailesini seçmiştir.” diye beyan buyurarak seçiciliğini bize göstermiştir. Ve Cenâb-ı Hak bu seçicilikle kendisini hep seçtiği kişilere, bu kişilerden oluşan topluluklara nispet etmiş. Misal kendini sadıklara nispet etmiş: “Allah sadıklarla beraberdir.” buyurmuş. “Salihlerle, Muttakilerle beraberdir.” buyurmuş. Hep seçilmiş yani tekâmül etmiş gruplarla Cenâb-ı Hak beraberdir. Cenâb-ı Hak zayıf olan hiçbir varlıkla beraberlik iddiasında bulunmamıştır. Böyle bir haberde bulunmamıştır. Hal böyle olunca insanın da tekâmül etmesi gerekir. Ama dünya şartları bazen belli tıkanıklıklara sebep olabiliyor. Dedik ya burası imtihan yeri. Burada her şey senin istediğin gibi dört dörtlük olmuyor. Tıkandığın noktada da sen kafana göre çözüm bulsan, kendine göre bir çözüm üretsen belki bir çuval inciri berbat edeceksin. Bunun için Cenâb-ı Hak ruhsatlarla farklı çıkış yolları göstermiş. Misal zaruret halinde ölmeyecek kadar, kifayet miktarı, necis olan hayvanların etinden yememize izin verilmiş. Ama bunun çoğu fısktır. Niye? Keyfiyet arz eder. Artık o senin iradenledir, ihtiyacın fazlasıdır.
Demek ki dinin kalıbı değişmeyecek. Dine bir ilave/eklenti olmayacağı gibi insan da bu manada bir beklenti içinde olmamalıdır. Ama dinin derûnî anlamında, insan bu derinliğe ne kadar gidebilirse devam etsin. Bunun için denilmiştir ki: “Hak’ta seyre nihayet yoktur.” Bu, dinin derûnî boyutudur. Burada tekâmül sonsuzdur ve insanların dereceleri farklı farklıdır. İnsan tekâmül edebildiği kadar tekâmül eder yani nurunu tamamlayabildiği kadar tamamlar.
Dikkat edilirse ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak “dini tamamladığını” bu işin bittiğini haber veriyor. Ama “Nurunu tamamlayacağını” ifade buyuruyor. Nurun da tamamlandığını söylemiyor, o kapı açık. Bu kıyametle de tamamlanabilir, sonsuza kadar da sürebilir. Onun için bu iki kavramı birbirine karıştırmak, yani dinle nuru birleştirmek… Evet, dinin kendisi de bir anlamda nurdur. Ama Cenâb-ı Hak onları ayrı ifadelerle zikretmiş. Dinin genel mânâda kendisi bir nur olduğu gibi onun içini dolduran şeylerin her biri müstakilen de birer nurdur. Mesela namaz… Müstakilen bir nurdur, oruç müstakilen bir nurdur, kelime-i tevhid bir nurdur, Kur’ân-ı Kerim bir nurdur… Bu manada her güzellik bir nurdur.
Diğer bir cepheden bakarsak her bir güzelliğin, özelliğin, hakikatin kendi içinde tekâmül etmesi de olabilir. Din tekâmül etmiştir şu anlama gelir: “Allah’ın muradı tamamlanmıştır.” Bir de bu muradı oluşturan, zuhura gelmesine sebep/yardımcı olan hikmetlerin, hakikatlerin münferiden de tekâmülü… Misal bir toplumda namaz ne kadar yayılıyorsa, namaz kılanlar çoğalıyorsa nur tamamlanıyor demektir. Namaz yerleşiyor demektir. Oruç tutanların, kurban kesenlerin adedi ne kadar artıyorsa nur-u İâhi tamamlanıyor demektir. Ama bu dinin tamamlanmasına zarar vermiyor, din tamamlanmıştır.
Sual: Hz. Âdem’den itibaren din birdir, şeraitler değişir demiştik. Peki din birdir demek ‘aynıdır’ mânâsında mı?
Cevap: Aynıdır derken, murad/gaye aynı. Cenâb-ı Hakk’ın din noktasında Hz. Âdem’den istediği ile Hz. Muhammed’den (aleyhi’s-selâm) istediği şey aynıdır, değişmemiştir.
Sual: Peki, önceden de din aynıysa dinin kemâle gelmesinin mânâsı ne oluyor o zaman?
Cevap: Dine daha hiç bir ilave/eklenti yapılamaması. Din baştan beri aynıydı. Hz. Âdem zamanında tamamlanmıştı. Aslında din tamam geldi, dinde bir nakısiyyet yoktu. Din, bizim anlayışımızda tamamlandı. Çünkü Hz. Âdem’den bugüne devam ede gelen bir seyir var. Cenâb-ı Hak zaten “Dinimi tamamladım.” diye buyururken bunu ‘Bize’ söylüyor. Bizim anlayışımızda bu tamamlandı. Yoksa Allah’ın yanında belki Âdem’e gelmeden tamamdı. Çünkü Cenâb-ı Hak orada nurunu tamamlamış, kendi muradını kendi özünde kesinleştirmiş.
Sual: Yahudiler Hz. Ömer’e “Bizde böyle bir ayet olsaydı.” diyorlar, Hz. Ömer, “Hangi ayet?” diye soruyor, onlar da “Dininizi kemale erdirdim.” ayeti diyorlar… Yahudiler kendi dinlerinin de tamam olduğunu anlamamışlar mıydı?
Cevap: Yahudi bunu anlasa diniyle oynar mıydı kefere? Dini tahrip eder, Tevrat’ı bozar mıydı? Dinin tamam oluşunu, tâ ezelden tamamlandığını anlasaydı böyle bir cür’ette bulunabilir miydi?
Sual: Peki şeriat, insanların insanlarla ilişkisi, Hakk’ın zatıyla alâkalı diyorsunuz. Ama Cenâb-ı Hak bahsedilen ayet-i kerimede: “Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile), canavarların yediği hayvanlar ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı…” ve peşine de “Dininizi kemale getirdim.” buyuruyor. Yani dininizi kemale getirdim ifadesini zatıyla ilgili olmayan şeylerle açıklıyor...
Cevap: Aslında onlarla açıklamıyor. Yani aynı ayet içinde farklı konuların birlikte gelmesi illa her zaman aralarında bir irtibat olduğunu göstermez. Toplumsal anlayışta şeriatla din birdir. Cenâb-ı Hak da bu anlayışa göre, o günün toplumunun konumuna/durumuna göre hitapta bulunmuş. Halen bugün de şeraitle din bir algılanmakta. Bu yüzden aynı ayet içinde ikisini de zikredebilir ama konular farklı. Bir tarafta dine nispetle “âdi metâ” diyebileceğimiz et, kan gibi çok değersiz şeylerden bahsederken, bunların içinde “…Artık sizin dininizi kemale erdirdim…” buyuruyor. Öyle ulvî, öyle kudsî, öyle aziz bir kıymeti, etin, kanın içinde sunuyor. Bunu böyle düşünemeyiz bile. Bu dine hakaret olur.
Kevser süresinde “Fesalli li Rabbike - Rabbin için namaz kıl.” buyururken, hemen ayetin devamında “Venhar” buyuruyor: Hayvan boğazla… Namaz çok ulvi, çok kudsî, zatıyla alâkalı bir ibadet. Kulun O’nunla buluşacağı bir nokta, O’na en yakın olduğu bir nokta. Kuluna ‘Namaz kıl.’ buyuruyor bunun akabinde de “ne etinin ne kanının kendine ulaşacağı” bir amel istiyor ondan: “Kurban kes!” diyor.
Bunlardan farklı yorumlar çıkması lazım. Evet, ayetin zahiri bir hüküm ifade ediyor, vücûbiyet arz ediyor. “Venhar” ifadesi emir fiiliyle geldiği için bir hüküm ifade etmiş ama asıl ilginç olan yönü o hükmün içinde saklı olan hikmettir. “Venhar” ifadesinin namazla birlikte zikredilmesi bir hikmeti içinde gizlemiştir: Namazda kul Allah için kendini kurban etmelidir. Kendini Hakk’a kurban etmeli, kendini boğazlamalıdır. Bu Hakk’ın belki murad olarak bizden istediği şeydir. Ama hüküm olarak bunu farklı şekilde ifade buyurmuş Cenâb-ı Hak. İmtihan dedik ya, belli şeyleri biz bulacağız. Yanlış hangisi doğru hangisi bunu bulmak kul olarak bizim işimiz.
Tabi “Namaz kıl, kurban kes.” emrinden şu da anlaşılıyor: Nasıl ki namaz bir emirse, vücûbiyet arz ediyorsa kurbanı da onunla birlikte zikrederek kurbanın da hükmünü ortaya koyuyor Cenâb-ı Hak. Aslında vücûbiyet arz ettiğini bildiriyor. Hafife alınamayacağını işaret buyurmuş oluyor. Yani o da namaz gibidir.
İki: “Namaz kıl.” emrinde, nasıl namazın şartları varsa ve bunlar bize sonra bildiriliyorsa, o şartlarla namaz yerine geliyorsa, kurbanın da bunun gibi belli şartları/özellikleri vardır. O özelliklerle bir şey ibadet olur. Bunları öne çıkarmış oluyor Cenâb-ı Hak. Mesela “Kurban kes.” emrini biraz önce bahsedilen ayette (Maide Sûresi: 3) etlerle ilgili, yeme-içme bölümüyle alâkalı ayetlerde zikredip “Allah için kurban kesin” diyebilirdi. Ama bunu namazla birlikte zikrediyor, hacla birlikte zikrediyor.
Mesela bakıyoruz Cenâb-ı Hak zekâtı namazla birlikte zikrediyor. Zekâtı faizle birlikte zikretmiyor. Faizden bahsediyor, “Alış-verişin, ticaretin helâl olduğunu faizin yasak olduğunu; Allah ve Resûlü’ne harp ilan etmek olduğunu” söylüyor. Bu ayet tamamen dünya ile alâkalı, dünyadaki bir zulmü anlatıyor. Ama bu zulümden kurtuluş yolunun, bu zulmün bitme yolunun ilacı zekâttır, demiyor. Toplumsal bir tehlikeden bahsediyor. Dolayısıyla zekât toplumsal bir refahtır. O refahı orada zikretmiyor, tamamen münferit bir ibadet olan namazla birlikte zikrediyor. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kendine özgün bir kıyası…
Sual: Aralarındaki bağı bulabilmemiz için mi böyle yapmış acaba?
Cevap: Tabi tabi. Birinin değeri, hükmü çok açık. Öbürünü de onunla irtibatlandırarak ona da kıymet vermiş oluyor.
Sual: Toplumsal ilişkilerde dinle şeriat ayrılmıyor herhalde. Yani bu insanın anlayışında, gönlünde, Rabbiyle ilişkisinde ayırabileceği bir şey olsa gerek. Cenâb-ı Hak dinle şeriatı birlikte zikrediyor. Misal, namaz din ise; zekât, kurban şeriat. Bunlar bir bütün olarak zikrediliyor. Sosyal hayatta bunun ayrımı pek mümkün değil herhalde.
Cevap: Bunu Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadisi şerifte en güzel şekilde açıklıyor.
Tirmizî, Birr 35, 1955; Ebu Dâvud, Edeb 12, 4811
“İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmemiştir.” buyuruyor. Yani şer’i hukuka riayet etmeyen, insanlarla hukukunu düzeltemeyenin dini de nuru da kemâl bulmaz. O insan Allah ile de ilişkilerini düzeltemez. Allah ile ilişkilerin düzgün olabilmesi, din anlayışının tamamlanabilmesi için insan şeriatını tamamlayacak. Bunun için “Din güzel ahlâktır.” denilmiş.
Sual: Aslında dinin topluma müdahalesi güzel ahlâkla oluyor. Kurallardan ziyade ahlâkla oluyor. Mesela infak tamamen mâlî ibadet diye geçiyor ama “En sevdiğinizi infak etmedikçe” diye buyruluyor. Yani sevgiyle infakı karşılaştırıp neticede ahlâkî bir konuma getiriyor…
Cevap: Yani burada anlatılmak istenen: Onu verebilmen için sevmen lazım. İnsanı sevmen lazım. Senin için insan metadan kıymetli olması lazım. Meta kıymetli olursa veremezsin, infak edemezsin, paylaşamazsın. Bu sevgi sana fedakârlığı getiriyor. Onun için “Sevdiğinden infak etmedikçe” buyruluyor.
Burada birincisi, gaye önemli: Niçin infak ediyorsun? İnfak ederkenki gayene ‘Allah için’ diyorsun. İşte bu gaye sana sevimli olmalı, içine oturmalı. Sana her şeyin üstünde olmalı. Zaten o gaye ne kadar sevimli ise verirken o kadar bakmazsın.
İkincisi, senin yanında o gayeye muhatap olan, gayenin açığa çıkmasına, gerçekleşmesine vesile olacak şey sevimli olacak. O da insan. İnsan sevimli olacak. Tabi ki insana veriyorsan ama genelde bu anlaşılıyor, ya insana verirsin ya da insana hizmet eden bir müesseseye verirsin, sonuçta aynı.
Gaye boyutu çok önemli. Çünkü o gayenin içinde ‘sen’ olabilirsin. Ona dikkat etmek zorundasın. Yani sen kendini sevdiğin için infak edebilirsin. Şöhretten dolayı, böyle desinler diye, kendini ortaya çıkarmak için infak edebilirsin. Onun için gaye önemli, gayeyi birinci sıraya almak lazım. Bunun için diyoruz ya biz “Vahdet-i Küsût” anlayışındayız. Amellerde niyet, hizmetlerde maksat/gaye çok önemlidir.
Aslında insan o ameli niyetinde veya maksadında/gayesinde ezelde dinin tamamlanması gibi tamamlamıştır. Önemli olan projedir. Gaye bir projedir. Proje olduktan sonra binayı imar etmek kolaydır. Nerede ne yapacağın gayet net, belli. Hemen binayı yapabilirsin. Allahu Teâlâ da dini bu anlamda tamamlamıştır. Proje olarak tamamdır. Kıyamete kadar, kıyametten sonra bütün meseleleri/mevzuatı hep beyan buyurmuştur.
Sual: Cenâb-ı Hakk’ın bize olan yakınlığını ifade ettiği mesela “…Sorarlarsa ben onlara yakınım…” gibi ayetlerde de kasıt mı var? Cenâb-ı Hak söylerken bir
kasıtla mı söylüyor yoksa öyle olduğu için mi söylüyor? Şah damarınızdan yakınım derken bir yer tespiti olarak mı söylüyor yoksa bana bir şey vurgulamak için mi söylüyor?
Cevap: Bir şey vurgulamak için. İfadeler tamamen kinaye, bu ifade senin anlayışına göre. Şah damarının içine sığan bir ilahı ben ne yapayım. Bu bana Cenâb-ı Hakk’ın en büyük lütfu. Cenâb-ı Hak konuşurken benim dilimden konuşuyor. Bu çok büyük bir lütuf. Başka bir dilden konuşsa benim O’nu anlamam mümkün değil.
Sual: İnsan Allah’a kulluğunu sunarken hükmü mü ön plana alacak yoksa muradı mı? Biraz önce buyurdunuz “Kurban kesmek namaz kılmak kadar önemli.” Murad burası ama hüküm olarak sadece “Kurban kes.” buyuruyor. Murad ön tarafa alınırsa mı takva oluyor, yoksa?..
Cevap: Takva muratta ama sen muradı bilemediğin için hükmü önceleyeceksin. Çünkü sana senden istediğini hükümle bildirmiş. Bunu yapmakla hükümlüsün. O sana istisnai olarak özel bir lütufta bulunur muradı bildirirse o zaman muradı yapmakla hükümlüsün ama bu senin şahsına has olur.
Hükümlerle muradın açılması tamamen sizin kastınıza bağlı. O hükmü yaparkenki kastınız muradı size açar. Buradaki kasıt önemli. Sen isabeti kastında yapacaksın. Hükümle isabet edemezsin. Kastında/niyetinde isabet etmen gerekiyor.
Abdullah-i Dehlevi Hazretleri’nin bir ismi Gulam Ali’dir. Doğduğunda babası bu ismi vermişler. Gulam Ali yani Ali’nin hizmetçisi… Kendisi zaten Hz. Ali’nin neslindendir. Oğlunu da kendince “Ehl-i Beyt”e adamış. O yola hizmet etmesini istediğinden doğduğunda Gulam Ali ismini koymuş. Daha sonra yetişip kemale geldikten sonra zühd-ü takvasından dolayı Abdullah demişler ona. Allah’a layık bir kul, tertemiz bir kul anlamında Abdullah demişler.
Şah-ı Dehlevi’ye sormuşlar: “Sen nasıl bu kemâle, bu olgunluğa eriştin?” Buyurmuş ki: “Var gücümle ismim ile müsemma olmaya çalıştım. Ne yaptımsa ismim bir nur gibi, bir ışık gibi önümde oldu. Bana feyz verdi. Hz. Ali’nin ve O’nun neslinin hizmetçisi olduğumu unutmamamı sağladı. Her yaptığım şeyde Onlara ve Onların davasına hizmet edebilmek için çalıştım. Ve bu beni kemâle erdirdi. İsmimin mânâsı beni sürekli kamçıladı.”
Mübareğin bu ifadesi benim çok hoşuma gider. İnsan “Levlake”nin sırrını düşünse bu kendisine yeter. Bu zorlarına gittiği için zaten şimdi bu hadisi inkâr ediyorlar. Cenâb-ı Hak “Levlak” sırrıyla insana buyurmuş ki: Ben seni O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yar olasın diye halk ettim. O’na yârân olasın, yoldaş olasın diye seni halk ettim. Ama dünyada canın sıkılmasın, boş durma diye namazı, zikri, orucu da sana emrettim, beraberinde bunları da verdim. Ben bunların hiçbirine muhtaç değilim ama sen sıkılma. Bunlar seni olgunlaştırır, seni Bana yaklaştırır, bir adres belirtir. Bunlarla hasret giderirsin. Vatan-i Aslî’nin esintileri ulaşır bunlarla sana. Ama senin asıl varlık sebebin: Sen Gulam-ı Muhammed’sin (sallallâhu aleyhi ve sellem). O’na hizmet için varsın. O’nun hakikatine, Muhammedî hakikate hizmet için; Muhammedî şeraite, Muhammedî tarikata hizmet için varsın.
İnsan bunu önüne mum olarak, kandil olarak koyup bunu takip etse yeter. Muhammed’i buldu mu mesele yok. Hepsi orada zaten.
Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) yapmış olduğu bir ev sohbetinden derlenmiştir.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR