VECH- İ ÂDEM SÛRET-İ RAHMANDIR

Sual: Allah dostları gerek sohbetlerinde gerekse yazmış oldukları eserlerinde insan-ı kâmilin yüzünden çokça bahsetmişler. Acaba o yüzde ne görmüşlerdir?

Cevap: Ğavs Hazretleri [Abdulhakim Bilvânisî (kuddise sırruh)] buyururdu: “Görenedir görene, köre nedir köre ne?..” Bakıştan bakışa çok fark vardır. Zaten büyüklerimiz demişler ki: “Dağı dağ, taşı taş gördüğün müddetçe kâmile muhtaçsın.” Dağ dağ olarak, taş da taş diye görünüyorsa sana, irşadın tamamlanmamış, sen kâmile muhtaçsın… Tekâmül ettiğinde dağ da sana farklı görünür taş da… Kaldı ki insanın yüzü... “Vech-i Âdem sûret-i Rahmandır.” buyurmuşlar. “Âdem’in sıfatını Rahman kendi suretinde yarattı (sıfattan kasıt yüzdür. Anadolu’da surata sıfat derler) .” diye bir hadis-i şerif var. Orada Rahman’ın birçok tecellileri var. O yüz bakıldığında Allah’ı hatırlatır. Onun gözünde hikmet var, kudret var; onun sözünde hikmet var; onun sıfatında kudret var; onun sükûtunda himmet var; onun varlığında letafet var; onun konuşmasında muhabbet var… Ne yapsa seni manevi bir girdaba çekiyor. Onun için Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Ya Allah ile ol ya Ehlullah ile ol.” Aynı kapıya çıkıyor. Muktedirsen Allah ile ol, ya da Allah adamlarıyla ol. Sultan Veled Hazretleri Maarif isimli eserinde buyurmuş ki: “Allah ile olmak isteyen sûfilerle otursun.” Yunus da;

Ay u Güneş müştak durur 
Dervişlerin sohbetine
Feriştehler tesbih okur
Zikir ede dervişleri

buyurmuş..

Yani ‘görüldüğünde Allah’ı hatırlatır’ ifadesi bir kinaye. Yani onun hal ve hareketinden, duruşundan, bakışından, tavrından değişik hikmetler zuhur eder.

Sual: Efendim geçen yine bir sohbette geçmişti, Suudi Arabistan’daki hadis âlimlerinden bahsetmiştiniz. Hadisleri bu kadar incelemelerine, sizin bahsettiğiniz hadisleri onların da görmelerine rağmen, halen daha tasavvufu şirk olarak kabul etmelerini nasıl anlamalıyız. Nasıl olur da bu işin hakikatini halen kavrayamıyorlar?

Cevap: Evliyanın büyüklerinden Necmuddin-i Kübra Hazretleri var. Hem büyük evliyadan hem büyük ulemadan. Bizzat kendisi tarafından yazılmış Mecmuat-ı Kübreviyye diye bir tefsiri var. Meşhur müfessir Tefsir-i Kebir’in müellifi Fahri Razi’nin mürşididir. Necmuddin-i Kübra Hazretleri  bu zatın mürşididir. Hz. Mevlana’nın da büyük mürşidleridir. Şemsi Tebrizi’nin şeyhi Baba Kemal Cündi Hazretleri, onun da şeyhi Necmuddin-i Kübra Hazretleri. Kübreviyye tarikatının kurucusu. Bu zat Cenâb-ı Hakk’ın lütfu keremiyle velayette çok büyük bir merhaleye    erişmiş. Nazarıyla irşad ediyor. Söz yok bu zatta, nazarla irşad ediyor. Mübarek, bir gün  kervanda yolculuk ederken haramiler, şimdiki anlamıyla hırsız, terörist, yolunu kesmişler soymak için. Bu  haramilere bir nazar ediyor. Kırk-elli harami bir anda tövbe ediyorlar, gelip irşad oluyorlar. Bir nazarda irşad ediyor; ikinci nazarında hepsini fenafillah mertebesine eriştirip hilafet veriyor onlara. Hepsi Kübreviyye halifesi olup dünyanın değişik yerlerine yayılıyorlar, irşada başlıyorlar. Allahu Teâlâ öyle bir tecellide bulunuyor bu zata.

Hazreti Necmuddin’in bir oğlu var ama eşkıya. Namaz yok, niyaz yok. Çevresine zulmeden bir tip. Necmuddin-i Kübra Hazretleri’nin hanımı yalvarıyor: “Nerede görülmüştür bir baba evladına bir şey yapmaz. Eşkıyalar senin nazarından evliya oluyor. Ama senin oğlun eşkıya. Ne yap yap buna bir bak.” Hazret diyor ki: “Hanım, bu İlâhî nasip işi, Allah’ın lutfu, benim elimde ne var?” Hanımı diyor ki; “Yok, yazık değil mi ki bu oğlun mahvoluyor. İmansız gidecek bu çocuk…” Kadın yalvarıyor yakarıyor sonunda Hazret diyor ki; “Tamam, getir oğlanı.” Hanımı diyor ki; “Gelmez, senden korkup kaçıyor, çekiniyor.” “Öyleyse sen oğlana de ki ‘Gel seninle biraz dolaşalım.’ onunla beraber şu camın önünden geçin. Siz bu camın önünden geçerken ben o cama doğru bir nazar edeceğim.” diyor Necmuddin-i Kübra Hazretleri. Hanımı ‘tamam’ deyip ayrılıyor. Edip eyleyen Allah’tır, o saat yaklaşırken Necmuddin-i Kübra Hazretleri’nin abdestinde bir daralma oluyor ama dayanılamayacak derecede bir daralma. Abdestini bozuyor, abdesten çıkıp oraya geliyor. O geldiğinde, tam o esnada annesiyle oğlu oradan geçmiş oluyorlar. Zaten çocuk babasının ona nazar edeceğini bilmiyor, içeride ne var anne de bilmiyor. Hazret o tarafa bakıyor nazardan cam dökülüyor ama anne ile oğul oradan bir kere geçmiş oluyorlar. Nazarın etkisiyle cam dökülüyor o esnada orada –hâşâ huzurunuzdan– bir  kelp (köpek) bulunuyor. O nazar köpeğe isabet ediyor. Köpek yemeden içmeden kesiliyor. Köpeğin yaptığı tek şey iki ayağının   üzerine kalkarak dönmek. Köpek havlıyor, zikrediyor, dönüyor. Şehirde ne kadar köpek varsa o köpeğin etrafında toplanıyor. O köpeği kokluyorlar, yalıyorlar. Köpeğin o halini gören diyor ki: “Bu Necmuddin Kübra’nın nazarına uğramış. Buna Hazret-i Şeyh’in gözü değmiş.” Köpek on beş gün yaşıyor, on beş gün öylece dönüyor. Yeme içme yok ve sonunda ölüyor… Ama o çocukta bir şey olmuyor… Nasipsizlik zor şey…

Burada yine bakış önemli. Cenâb-ı Peygamber’in amcaları Ebu Talib, İslam’a o kadar yardım etmiş, Rasûlullah’ı o kadar kayırmış, kollamış. Cenâb-ı Peygamber ölürken ona iman etmesi için yalvarmış  ama o demiş ki: “Ben de iman etmek isterdim ama arkamdan dedirtmem ki, Ebu Talib ölümden korktu da torununa iman etti.”  Efendimiz ona yine  yalvardı öyleyse; “Ala milleti İbrahim/İbrahim’in dini üzere ölüyorum” de.. Ama o yine “Ala milleti Abdulmuttalib/Ben Abdulmuttalib’in, babamın dini üzere ölüyorum.” demiş. Öyle de ölmüş...

Diğer taraftan Selman-ı Farisi... Bir ateşperestti ama İran’dan kalktı geldi ve teslim oldu. Allah Resûlü ona buyurdu ki: “Din süreyyaya çekilse senin neslinden gelecekler onu yeryüzüne indirir.” “Selman İslam’ın oğludur. O bendendir ben ondanım.” buyurdu. Abasının içine aldı “Bu benim ehlibeytimdir, benim ailemdendir.” buyurdu...

Peki Ebu Talib ile Selman-ı Farisi arasındaki fark neydi?  Ebu Talib amca, diğeri İranlı bir yabancı. Aradaki fark bakış... 
Selman-ı Farisi “Allah’ın Peygamberi diye baktı, her şeyim diye baktı”; öbürü “benim kardaşımın yetimi” diye baktı. Biri Allah’ın Muhammedi diye baktı, öbürü Abdullah’ın Muhammedi diye baktı... Abdullah’ın Muhammedi diye bakan göremedi, nasipsizlik... İran’dan gelen senelerce de bekledi. Selman-ı Farisi Hazretleri bey oğlu iken, bugünkü tabir ile veliaht iken Medine’ye geldi köle oldu, sırf Peygamber’i görebilmek için. Medine’de bekledi çünkü ona bir papaz dedi ki: “Ahir zaman peygamberi Medine’ye gelecek, git orada bekle.” Senelerce Medine’de kölelik yaptı. Bir gün işitti ki Cenâb-ı Peygamber Küba köyünden çıktı Medine’ye yaklaştı. Hurma ağacında hurma toplarken kalabalığı gördü. “Taleal bedru aleyna”, ilâhilerini işitti. Senelerdir öyle hevesle bekliyordu ki adeta ciğeri yanmış. O’nun geldiğini görünce sevincinden, aşkından, muhabbetinden cezbelendi  ağaçtan düştü. O heyecanla koştu, efendisine haber verdi: Muhammed geliyor... Sahibi onu kırbaçlayıp dedi ki: “Sana ne O’nun  gelmesinden, sana ne oluyor?...” 

Görmeden tanıdı, kabullendi. O’nun uğruna köle oldu, bekledi. İran’da prens iken tac u tahtı terk etti, geldi Muhammed Aleyhisselâm’ı bekledi... Öbürü gururuna basıp: “Ben ölüm korkusuna iman etti dedirtmem.” dedi. Bakış çok önemli...

Sual: Efendim “Sîmahum fî vücûhihim min eseri’s-sücûd…” ayeti de buraya mı işaret ediyor. Bu ayetin konuyla alakası var mı?

Cevap: Bu ayetteki “Onların simalarında, yüzlerinde secde izleri vardır”dan kasıt, müminlerde Cenâb-ı Hakk’ın güzel tecellileri vardır. Allah’a yakınlık emareleri vardır. Allah ile dostluk nişaneleri vardır. Onlarda rükûnun, secdenin, zikrin, şükrün, fikrin tecellileri vardır. İslâm’ın güzel nisbetleri vardır. Sima her ne kadar yüzü temsil etse de bir yüz bir insanın kendisi demektir. Yani bir insanın yüzünü gördün mü o insanı görmüş sayılırsın. Mesela; bir adamın elini veya ayağını görsen o insanı görmüş sayılmazsın. Onların kime ait olduğunu bilemezsin. Ama o insanın yüzünü gördün mü o adamı görmüş sayılırsın. Sima o şahsın bütününe şamildir. Bunun için Cenâb-ı Hak ayette simayı örnek veriyor ama simadan kasıt insanın tamamı. İnsanın tamamında İlâhi tekliflerin nuru vardır. Letaiflerin nuru vardır. Bu insanda Allah’ın halk ettiği bazı manevi merkezlerin  nurları tecelli eder.  Cenâb-ı Hak bunları secde izi olarak tarif buyuruyor. Secdeden kasıt Allah’a itaatir, teslimiyettir, tevekküldür. Secde sadece başı yere koymak değildir. Gönlü Allah’ın rahmet, mağfiret, muhabbet eşiğine koymaktır. Asıl secde budur. Eğer insanın kafası yerde iken fikri, kalbi, aşkı, anlayışı, irfanı da kafası ile beraber Allah’ın huzurunda değilse o insan secde etmiş sayılmaz. O bir yere eğilmiş sayılır. Yani simalarında secde izi vardır demek onlarda teslimiyet, marifet, muhabbet, hakikat vardır demektir. Onda İlâhi tecelliler, o tecellilerin güzellikleri vardır. Onlara baktığında onlardan bunlar görülür. Onların sözlerinde, fiillerinde, tavırlarında hep bir ilâhîlik, ruhanîlik vardır. Onun için Resûlullah da buyuruyor ki: “Onlar görüldüğünde Allah hatıra gelir.” Yani onların her hareketi Allah’a sevk edicidir, irşad edicidir. Onlar hareketleriyle insanlığı irşad ederler. Fiilleriyle, sözleriyle, davranışlarıyla örnektirler. Allah’ı bu şekilde hatırlatırlar.

Kişi neye ğaşyolmuşsa, ne ile meşgulse zaten onunla bütünleşmiştir. Ne ile meşgulse tabiri caizse o olmuştur artık. Bir insan dağla taşla sürekli meşgul olsa taş gibi olur. Ama insan ilimle, irfanla, zikirle, sohbetle, muhabbetle meşgul olsa farklı olur. Meşguliyet önemli. Onun için Efendimiz de buyuruyor ya, ne ile meşgulsen onunla ölürsün. Nasıl  yaşarsanız öyle ölürsünüz. Bu meşguliyet üzere ölürsünüz. Nasıl ölmüşseniz öyle de Allah’ın huzurunda dirilirsiniz. “Ennasu kemateişune temutune ve kematemutune tuhşerune.” 

Sual: Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Ben ümmetimin aşikar şirkinden korkmam. Velakin gizli şirklerinden emin değilim...” Bu hadis-i şerifte bahsedilen gizli şirki nasıl anlamalıyız? Hakikatleri kabul etmemize engel olan kibrimiz bir gizli şirk olarak kabul edilebilir mi?

Cevap: Gizli şirk  veseniliktir. İslam fıkhı bunu vesenilik diye incelemiş. Görülmeyen, mücessem olmayan varlıklara tapınma. Nedir bu görünmeyen varlıklar? Mesela şöhret putu... Şöhret mücessem bir varlık değildir, muhayyel bir varlıktır.  İnsanın düşüncesinde, arzusundadır. İnsan buna tapınır. Kariyer putu... Görünmeyen, mücessem olmayan bir mefhum. Günümüzde bu da çok yaygın. Şöhret putuna tapınanlar, kariyer putuna tapınanlar, şehvet putuna tapınanlar, servet, zenginlik  putuna tapınanlar... Bunlar hep hayali varlıklardır. Mümini tarif ederken eserlerimizde ne diyor? Mümin hevasını bırakıp her türlü hevadan vazgeçip Allah’ın emrettiği şekilde yaşama gayretinde olan, yaşamaya azmeden kişidir. 

Onun için de Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
Ey Habibim! Sen hevasını, arzusunu ve bu muhayyel putlarını İlâh edinenleri görmez misin? (Furkan Suresi: 43)

Hayalinde varettiği, arzularına tapınanları görmez misin? Bu İstisnalar kaideyi bozmaz. bütün Müslümanlarda var.  Günümüzde yaygın bir rahatsızlık. Kendimizi haklı çıkarmak amacıyla da ‘şunun bunun için istiyorum’ diyoruz. Ama Cenâb-ı Hakk’ın zatının, rızasının dışında ne kadar için varsa bunlar birer puttur. Bunun için Cenâb-ı Hak buyuruyor:


(Kehf Suresi: 110)
Kim Allah’ın yakınlığına ermek istiyorsa, kim Allah’a yaklaşmak, Allah ile olmak istiyorsa, o amellerini salihleştirsin. Amellerini temizlesin, arındırsın, saflaştırsın, paklasın. Neden temizlesin?  Allah’ın zatından, rızasından, likâsından gayrı her şeyden amellerini pak tutsun, temizlesin. Allah’a ancak öyle yaklaşabilir. Öyle gelebilir Allah’a. Amel ancak böyle salih olur. Nefsinin arzuladığı cennet bile olsa amelin salâhatini bozar. Eğer cenneti kendi rahatlığın için istiyorsan senin için orası da cehennemdir. Çünkü ona nefsin talip.

Sual: İmam Efendi’nin Sohbetname’sinde de geçiyor da;  Bir cemaat lideri müridlerini Hakk’a değil de kendine davet ederse; ‘bize gel, bizden al.’ demesi de sizin zikrettiğiniz şirk kapsamına girer mi? Yani Hakk’a değil de kendine çağırması olur mu?

Cevap: Burada o kişinin niyeti önemli. Davetçinin niyeti önemli. Abdulkadir Geylânî Hazretleri  (kuddise sırruh) diyor ki: “Yarabbi! Benim manevi heybetimi o kadar büyüt, bana öyle bir manevi heybet nasib et ki insanlar bana gelsinler ve bana geldiklerinde de seni bulsunlar.” Bu maksat çok önemli. Aslında burada kendini Allah’a feda ediyor. Ama zahiren baktığında bir varlık ortaya koyuyor. 

İmam Efendi de bu konuyu Sohbetname’de güzel bir misalle izah ediyor. Konya’nın Seydişehir kazası var. Seydişehir’de Muhammed Kutsi Efendi adında Mevlânâ Halid Efendimiz’in halifelerinden bir zat yaşamış. Halk arasında Memiş efendi diye biliniyor. Memiş Efendi halkı sohbete, irşada çağırıyor. O zamanın Konya müftüsü diyor ki: “Ben buna gidip soracağım. Niye insanları Allah’a davet etmiyorsun. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak: Ve enîbu ilallah/Allah’a inabe edin, Allah’a gelin buyururken bu Şeyh Efendi niye diyor ki “Bana gelin, gelin bana intisap edin.” Gidiyor ziyarete otururlarken Şeyh Efendi bir mevzu açıyor. Diyor ki müftüye: “Hocam Kur’ân-ı Kerim’de Cenâbı Hak; ‘Ve enîbu ilallah/Bize inabe edin’ buyuruyor.  Bu ayeti nasıl anlamalıyız. Bu ayette geçen “ila” ifadesindeki “lamelif” ne mânâya geliyor.”  Müftü Efendi diyor ki: “O lamelif, bir harf-i tariftir. Allah’ın nihayet olduğunu bildirir.” diyor. O sondur, müntehadır, nihayettir. Netice, varış, dönüş onadır.”  Şeyh Efendi buyuruyor ki: “Hocam Allah münteha ise -ki amenna öyledir bu müntehanın mübtedası yok mudur?  Onun bir başlangıcı yok mudur? O müntehaya ulaşmak için nereden başlamamız lazım?” Müftü kalıyor, cevap veremiyor. Şeyh Efendi devam ediyor; “Cenâb-ı Hak başka bir ayette de bu mübtedayı haber vermiyor mu? ‘Men enabe ileyye.’ diye. Bu Allah’ın emri değil mi?” buyuruyor Memiş Efendi. Yani her kim bana inabe etmişse sen de ona uy. Bu iş oradan başlar, ilallaha döner. Allah’a uyana uyarsın onunla Allah’a gidersin.” diyor...  

Burada davetçinin bu mübtedayı ve müntehayı iyi bilmesi ve ona göre davet etmesi lazım. Ama hakikaten varlığını düşünerek, kendi varlığına davet ediyorsa bu tehlikedir. Yani kendisini nihayet görerek davet ediyorsa bu tehlikedir. Ama kendisini bir münadi gibi, bir davetçi gibi görüyorsa sorun yok. “Ona uy, o davete icabet et.” buyuruyor Cenâb-ı Hak. 
Bazı tasavvuf kitaplarında bir menkıbe zikredilir. Müridin birisi şeyhiyle beraber seyahate çıkmışlar. Gezerlerken bir yere gelmişler önlerine bir nehir çıkmış. Büyük bir nehir. Nehri karşıya geçecekler ama köprü  yok. Su da hem çok gür akıyor hem de çok derin, içine girip de geçemezler. Şeyh iki rekât namaz kılmış. Dua etmiş müride demiş ki:

-Suyun üzerinde yürüyeceğiz Allah’ın izniyle. Sen “Destur ya Şeyh!” de benim peşime gel, beni takip et,  benim izlerime bas. Mürid, 

-Peki Efendim, demiş. 

Şeyh suya girerken “Bismillahirrahmanirrahim” demiş. Şeyh besmele çekerken müridin içi karışmış. Düşünmüş ki “Allah onun  Allah’ı da benim değil mi? Ben de Bismillah derim.” Mürid de “Bismillahirrahmanirrahim” demiş suya girmiş.   Bir anda su almış götürmüş bunu. Şeyh arkasına bir bakmış ki mürid gitti, yok. Neyse elini suyun önüne tutup kurtarmış müridi. 

Şeyh demiş,
-Oğlum hayırdır? Mürid,

-Efendim özür dilerim siz besmele çektiniz içim karıştı. Allah onun Allah’ı da benim değil mi? Allah kâinatın Allah’ı? O suda besmeleyle yürüyor bana da “Destur Ya Şeyh de arkamdan gel.” diyor. O besmeleyle giderse ben de besmele çekerim diye düşünüp suya girdim. 

Şeyh demiş,
-Oğlum ben kırk senedir ancak sesimi Allah’a duyurdum. Senin sesini ben bir duyayım, dur hele ne acele ediyorsun. Senin sesini bir ben işiteyim, seni bir tanıyayım ondan sonra. 

Senin  besmelen işte bu kadar...

Davet önemli. O davete de kişinin icabeti önemli. İkisi birleştiğinde müntehaya ulaşırlar nihayete vasıl olurlar.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR