PEYGAMBERLİK İNSANLARI ALLAH’A, ALLAH’I DA İNSANLARA SEVDİREN BİR VAZİFEDİR

Sual: Efendim, bazı güruhlar tarafından özellikle dile getirilen “Kur’ânî Hayat”, “Kur’ân Merkezli Hayat” söylemlerini çokça işittiğimiz şu günlerde Efendimiz’in İslâm’daki, dini hayatımızdaki yerini, dini yaşantımıza olan etkisini net olarak ortaya koyabilmek için size “Nübüvvet”i sormak istiyoruz... Nübüvvet nasıl anlaşılmalıdır? Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gönderiliş sebebi -hâşâ- sadece bir postacılık mıydı? Bu bağlamda Efendimiz ile olan zahiri ve batıni irtibatımız nasıl olmalı?...

Cevap: Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda gerek Efendimiz’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm), gerek O’ndan evvelki Enbiya-ı İzam Hazeratı’nın belli özellikleri, sıfatları nazara verilmiş. Bunlardan az çok zahiri gönderiliş sebeplerini anlayabiliyoruz. Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e buyurduğu sıfatları söylersek, Allahu Teâlâ buyuruyor: “Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik...” Yani Sen bütün insanlığa; Sen’den evvelkilere, “Kâffeten li’n-nâsi” Âdem ile başlayan o silsilenin tamamıdır ve Sen’den sonrakilere de, ta ba’s gününe kadar gelecek bütün insanlığa hem müjdelemek için; Allah’ın nimetlerini insanlara anlatmak, o nimetlerle onların manevi iştahlarını galeyana getirmek, tahrik etmek üzere gönderildin. Hem de onları Allah’ın ikabıyla, azabıyla korkutmak, ihtarda, ikazda bulunmak için gönderildin...

Yine diğer bir ayeti kerimede “…Ve şahiden…”; onlara şahadette bulunmak, şahitlik etmek için gönderildin. Şahitlik edebilmesi için de insanlığın hallerini bilmesi gerekir. Bilmediği bir şeye şahitlik edemez. Dolayısıyla demek ki Cenâbı Hak bütün insanlığın hallerini O’na bildiriyor ve bildirecek. Bütün insanlığa, o insanlığın yaptıklarından dolayı yani insanların imanına ve inkârına; ihlâsına veya fıskına şahitlik edecek...

Başka ayette “Beşir ve Nezir” olarak zikrediliyor. “Ve Siracen Münir” olarak zikrediliyor... Demek ki nübüvvetin bir manası da insanlığı aydınlatmak… Bir nur kandili, nur meşalesi olmak. “Ve dâiyen ilallah”buyruluyor, Allah’a davetçi, bir elçi olması, bir çağırıcı, tebliğ memuru olması…  “Usve-i Hasene” olması, örnek, numune teşkil etmesi… “Rauf” ve “Rahim” olması, “Haris” olması... Yani ümmetlere karşı çok müşfik, merhametli, affedici, bağışlayıcı müthiş bir rahmet ve şefkat sahibi olması…  “Vema erselnake illa rahmetenlil âlemin....” buyurulduğu üzere âlemlere  rahmet olması, hidayet olması... Bütün bunları topladığımızda kulları Allah’a, Allah’ı insanlara sevdirici olması… Peygamberliğin ana görevi bu. İnsanları Allah’a ve Allah’ı da insanlara sevdiren, sevdirten bir vazife sahibi olması. Bütün peygamberlerin ana görevi bu…

Bu görev içinde onları değişik sıfatlarla  tesmiye edebiliriz. Allah adına adaleti temin etmeleri, hukuku yürütmeleri, ahkâmı muhafaza etmeleri, insanları eğitmeleri… Bunları çoğaltabiliriz.

Bunlarla birlikte Peygamberlerin ve özellikle de Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) çok daha farklı görevleri var. Bunlar zahir bilinen görevler. Bunların bir kısmı da Cenâbı Hakk’ın özellikleridir. Cenâbı Hak bu özelliklerini Peygamberleriyle paylaşmış. Misal Peygamberimizin “Rauf” ve “Rahim” olması Cenâbı Hakk’ın özelliği ama Efendimiz’e böyle hitap buyurmuş. “...bil mu'minine Raufu’r-Rahîm.” Sen müminlere çok merhametlisin, müşfiksin... Burada tabiri caizse -teşbihler anlaşılsın diye biraz basit olabilir, Allah’a sığınırız- Cenâbı Hak baba rolünde, Sultanu’l-Enbiya’yı ana rolünde yaratmış. Cenâbı Hak babanın ciddi otoriterliğini üstleniyor, Efendimize de buyuruyor ki ‘sen de bu insanlığa ana ol.’ Zaten manen insanlığın varlık sebebi O olduğuna göre doğurgaçtır Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem). Ana olmak O’na yakışır. Cenâbı Hak ayeti kerimede

“Mâ kâne Muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum...” buyurmuş.

Büyüklerimiz bu ayeti çok güzel mana ediyorlar. “O içinizden herhangi birinin babası değil, hepinizin babasıdır” diye tefsir etmişler. Sadece Zeyd b. Harise’nin veya sadece Kasım’ın, Abdullah’ın, İbrahim’in (aleyhi’s-selâm) babaları değildir. O hepinizin babasıdır, yani manevi babasıdır, şefkat/rahmet babasıdır. Mürebbisidir, terbiye babasıdır... Bu mana da güzel ama böyle yukarıdaki gibi farklı, belki biraz esprili mana da verilebilir. Babanız değilse sizin ananızdır,  manen siz O’ndan doğmuşsunuz...

Annelik rolünü Sultanu’l-Enbiya Efendimiz’e yüklemişler. Cenâbı Hak kendisi babalık otoritesini kullanmış yani daha sert, daha ilkeli, daha yaptırımcı, geri adım atmayan olarak kendisini bize tanıtmış. Peygamberleri de bir anne şefkatiyle, baba ile evlatları arasındaki bir arabulucu, köprü olucu, meseleleri yumuşatıcı, kolaylaştırıcı, ikna edici olarak; hem Mevla’yı, hem insanları ortada buluşturacak bir ara buluculuk görevi yüklemişler. Tabi bu kâinattaki düzenin, intizamın yürümesi açısından çok büyük bir görevdir. Evde annenin rolü belki anlaşılmaz ama anne gittikten sonra bu belli olur. Evde annenin rolü çok büyüktür. Evi  ikame ettiren, idame ettiren belki baba görülse de evi çekip çeviren annedir. Baba getirdiklerini bütün bütün anneye teslim eder. Herkesin ihtiyacını bilen annedir. O evin içinde toplanan şeyleri ihtiyaçlara göre dağıtan, taksimatı yapan annedir.

Sultanu’l-Enbiya’nın bir sıfatı, bir özelliği de Ebu’l-Kasım’dır, sadece oğlu Kasım’ın (aleyhi’s-selâm) babası değildir. Ebu’l-Kasım, bütün kısmetlerin, bütün taksimatın babasıdır, taksimat O’ndan geçer. Bunun için Allah Resûlü buyuruyor ki: “Benden başkasına Ebu’l-Kasım demeyin.” Benden başka Ebu’l-Kasım yoktur. Kısmete, taksime babalık yapabilecek kimse yoktur. Halbuki belki Ashabtan nice Kasımın babaları vardı ama Efendimiz tahdid koydu ki “Benden başka Ebu’l-Kasım yok...” Taksimatın babasıdır… Cenâbı Hak o görevi de Efendimiz’e vermiştir.

İnsanlar bunu anlasa kiminle daha ziyade irtibat halinde olacaklar, kime daha yakîn olacaklar, işlerini kiminle halledecekler bunu anlamış olurlar ve çok daha kolay yoldan meselelerini hallederler. Peygamberler böyle tanınmadığı için, sadece emirleri ve nehiyleri telkin eden, ilacın içindeki bir prospektüs gibi görülmüşler. “Din/Kur’ân birer ilaçtır. Bu ilacın faidelerini, yan etkilerini, tesir süresini, kullanım şeklini anlatan, gösteren bir tarifnamedir” şeklinde bakılınca Peygamberlikten ve Peygamberlerden gereği gibi istifade edilememiştir. Dolayısıyla da Allahu Teâlâ’ya şimdi olunandan, mevcuttan daha yakîn olunamamıştır. Bu sefer insanlar sanki çok soğuk bir inanç atmosferinde yaşamaya kendilerini mahkûm etmişler. Hâlbuki Efendimiz’i tanıyarak ve Efendimiz’in delaletiyle, O’nun vesilesiyle Cenâbı Hakk’a yaklaşsak Allah ile çok daha güzel yaşanmışlıklarımız olacak. Bunu ancak nübüvvetin üzerinden sağlayabiliriz. Biz hep Nebileri hayat maçı oynanırken saha ortasında veya saha kenarındaki hakemler gibi görmüşüz. İyilikleri hep biz yapmışız, hep kendimizden bilmişiz. Yanlış yaptığımızda onlar düdük çalacak, kırmızı veya sarı kart gösterecek. Hayatımızdaki peygamber anlayışı böyle... Hâlbuki peygamber bir hakemden ziyade maçı yöneten değil de, maçı seyreden gibidir aslında. Futbolcuyu yönlendiren maçı seyredendir. Moral veren, onu karakterize eden, kişiliğini şekillendiren, kazancını bile sağlayan taraftarlarıdır. Yani bir takımın  reytingi olmasa hiçbir kazancı olmaz, kulüp kazanamayınca futbolcu da kazanamaz…

“Şâhiden ve mübeşşiran ve nezirâ” ayetinde buyrulan “şahitlik”, “peygamberin müşahit olması”da öyledir. Bizi seyreden, tribünlerden bize bakan O…

Bunu böyle anladığımızda hayat maçı daha heyecanlı oluyor. Kazanmanın anlamı oluyor. O kadar insan seni seyrediyor, o kadar insan seni takdir edecek, alkışlayacak, seni omuzlarında gezdirecek… O zaman maçı kazanmanın, o yorgunluğun, o çilenin, sakatlanmanın... bir manası oluyor, hiç geliyor sana.

Toplumlarda nübüvvet anlayışı çok sıcak olmadığı için ibadet anlayışı da çok resmi oluyor. Kurumcu, kuralcı…  Belki gerçekte din bu kadar kurumcu ve kuralcı değil. Evet, dinin kurumları, kuralları var ama din sevgi ile birlikte gönderilmişse ve bu dinin temelindeki maksat sevgiyi elde etmek, Allah’ın sevgisini ve Allah tarafından sevilmeyi elde etmekse bazen bu sevgililer arasında kurumlar, kurallar esneyebilir diye düşünüyorum. Bununla ilgili bize çok müjdeler verilmiş. “İnne’l-hasenât yüzhibne’s-seyyiât” ayeti bu esnekliği gösteriyor. Bediüzzaman da buyurmuş ya; “Öyle olur ki bu bazen bir hasene bin seyyieye racihtir.” Bir iyiliğin, bir güzelliğin bin günahtan ağır gelebilir. Bir gram altının, bir kilo demirden ağır gelmesi gibi. Bu mizan-vezin meselesidir. Mizan ağırlık, vezin değer. Bir gram altın, bir kilo demirden değerlidir, kıymetlidir ve dolayısıyla ağırdır. Cenâbı Hak meseleye böyle bakıyor, her şeyi mizanla tartmıyor, vezinle tartıyor. Onun için  Bediüzzaman da buyuruyor ki: “Bir hasene bin seyyieye racihtir, tercih edilir.”

Yine başka bir ayeti kerimede “...Yübeddilullâhi seyyiâtihim hasenât.” buyurulmuş. Allah muktedirdir, bütün seyyieleri haseneye tebdil eder, değiştirir. “...İnnellâhe yağfiru’z-zunûbe cemîâ.” İstisnasız bütün günahları bağışlayabilir… Tevbe eden günah işlememiş gibi olabilir. “Et-tâibû mine’z-zenbike men lâ zenbeleh...” Tevbe eden hiç günah işlememiş gibi olabilir. “Hiçbir büyük günah tövbe ile büyük kalmaz.” buyrulmuştur. Tevbe onu küçültür. “Hiçbir küçük günah da tövbesiz küçük kalmaz, o da büyür…”

Kurallar da koymuş ama lehte veya aleyhte böyle esneklikler var. Cenâbı Hak hiçbir şeye mecbur olmadığından dolayı bazen sana o kuralın arkasından da muamele edebilir. Bunu sağlayacak şey nübüvvet anlayışındır. Peygamberle olan dostluğun, peygambere duyduğun ihtiyacın, peygambere olan bakışındır.“...Sana gelip  -Seni şahit tutup, Seni vesile edip- tövbe etselerdi, Allahu Teâlâ’yı kendilerine bağışlayıcı bulurlardı…”

“O Resûl göndermediği hiçbir kavme azap etmez.” buyuruyor ayeti kerimede. Mana-i muhalifle şöyle diyebiliriz: Demek ki Allah, Resûl gönderdiği kavme de o Resûl hürmetine azap etmeyebilir... Niye Resûl göndermediği kavme azap etmez? Çünkü onlar hakkı, batılı  bilmiyorlar; yanılabilirler. Doğruyu, yanlışı ayırdedemeyebilirler. Bunun için Resûl gönderiyor ve O Resûlle seni mesul tutuyor. Sana celp gönderdi kabul ediyor Cenâbı Hak. Celp sana gelmiş, seni mahkemeye davet ediyor.

“Sen onların içindeyken Allah onlara azap etmez.” Yani onları Sana bağışlar. Sen onlara yapılandan incinmeyesin diye; onların azabından, kahrından incinmeyesin diye Allah onlara azap etmez, sen onların içinde olduğun sürece. İşte bu Resûlle olan ilişkidir. Ama toplumumuzda bize öyle yansıtılmış ki Resûlle bile (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) aşırı ilişki neredeyse şirk denilecek konuma getirilmiş. Onun bile altında bir şeyler aramaya çalışılmış. “Niye siz bu kadar Peygamberi methediyorsunuz, niye bu kadar Peygamberi öne çıkarıyorsunuz?..” denilmiş.

Sual: Efendim, malumunuz bir hadisi şerifte “İbnu Ubey İbni Ka'b (radıyallâhu anh), Efendimiz’e (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) sordu: “Ey Allah'ın Resûlü! Ben sana çok salavât getiriyorum, buna vaktimin ne kadarını ayırayım?”

“Dilediğin kadarını” cevabını alınca tekrar sordu:

“Dörtte biri nasıl?”

“Dilediğin kadar yap, artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Üçte biri olsa?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Yarı olsa?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Üçte ikisi nasıl?”

“Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır.”

“Bütün vakitlerimde sana salât okusam?”

“Bu takdirde yeter, günahın mağrifet olunur.” buyuruyor...

Cevap: Hadisin bazı metinlerinde şöyle ifadeler de var: “Sen ne kadar arttırırsan Allah azze ve celle de senin istihkakını, yani Allah’tan alacağını o kadar artırır.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Sen Resûle sevgini, O’nun zikrini, selâtu selamını ne kadar artırırsan Allah da sana vereceğini o kadar artırır. Selatu selam O’nun medhidir, O’nun bizde sevgisinin çoğalması için, O’na olan teslimiyetimizin artması için, O’na olan inancımızın kuvvetlenmesi içindir… Selatu selam buna vesiledir.

İşte Peygamberi bir postacı olarak görürsek mektubu alırız ama postacıyla diyalog kuramaz, dostluğu geliştiremeyiz. Hâlbuki bizden istenilen hem mektubu okumak veya mektubu postacıya okutmak; hem de postacı ile olan diyalogumuzu da kuvvetlendirmek, dostluğumuzu pekiştirmek. Evet, Resûlullah zahir manada belki bir postacı, bize Kur’ân-ı Kerim’i tebliğ etti, Kur’ân-ı Kerim’i bize getirdi ama onu getirenin hiç mi bir kıymeti yok...

Yani ben zaman zaman bu misali veriyorum, İbni Arabî buyuruyor ki: “Yeni doğan bebekler niye bu kadar seviliyor, sevimli oluyor biliyor musunuz? Allah’tan yeni geldikleri için bu kadar sevimliler.” Bakıyorum sanki fıkıh da bunu teyid ediyor. Çocuk Allah’tan yeni gelmiş, o çocuğun salyası, kusmuğu necaset sayılmıyor. Ta ki mama yemeye başlayıncaya kadar. Ne zaman dünyadan bir şeyler yemeye başlıyor, kusmuğu necaset oluyor. Mama yemeyen bir çocuğun, anne sütünden başka bir şey almayan bir çocuğun kusmuğu, salyası necaset değil, temiz. Müstağmel bile değil. Ama dünyadan bir şeyler yemeye başladı mı onun kusmuğu necaset, temiz değil onla namaz olmaz. Avuç ayasını geçerse yıkanması gerekiyor...

Ya Peygamber… Her an Allah ile beraber. Bir an gaflette değil, bir an unutmuş değil… O zaman insanın böyle bir varlıkla ilişkisi, irtibatı, alakası nasıl olmalı?.. Mektubu getirmiş, o mektupta kendisi ile ilgili, alakalı da hükümler var. Mektubu getirenin kendi şahsiyetiyle de ilgili haberler var mektupta.  Postacıyı anlatıyor o mektup. Postacıyla ilişki kurmamızı anlatıyor…

Cennet mekân Hacı Sami Efendi halifelerinden birine mektup yazmışlar da, ben de görmüştüm o mektubu, bir müridi ile birlikte göndermiş. Mektup bir halifeye gidiyor mektubu götüren bir mürit. Mektupta mektubu götürenle ilgili şöyle bir ibare düşülmüş: “Size bu mektubu getiren kişi Akbar-ı Arzda Allah’ın kutuplarından biridir” Yeryüzünde Allah'ın dostlarından birisidir. Demek ki getiren de kıymetli. Yani getirenle de ilgilen, orayı da kaçırma diye onu işaret ediyor. Halifelerinden birisi mektupta Sami Efendi Hazretleri’ne bir meselesini sormuş,  o da onun cevabını veriyor ama mektubu götüren kişiyi de önemse, daha fazla malumatı, daha özel/hususi malumatları mektubu getiren kişiden alacaksın, diyor. Onun kimliğini açıklıyor ona, diyor o getiren de kutuplardan biridir. Senin meselende sana yardımcı olur ama o mürid.

Şimdi bir postacı mektup getiriyor, mektubu önemsemiyorsun ama mektup o postacıyı anlatıyor ve diyor ki “Sana bütün hayatını o postacı talim edecek, hayatını postacıdan öğreneceksin.” Mektup sana bunu söylemek için gelmiş, asıl söylediği şey bu. Postacıyı kaçırma, postacıyı takip et. Sen bütün hayat tarzını, yaşam şeklini O’ndan öğreneceksin. Böyle olunca Resûlullah (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) hem anamız hem babamız; hem öğretmenimiz hem mürşidimiz… Meşru sıfat olarak O’na dersek yakışır.

O’nun için sahabe kiram her şeylerini feda etmişler. Analarını, babalarını, varlıklarını O’na feda etmişler, hiç çekinmemişler. O’nu her şeylerinin üstünde bilmişler, inanmışlar ve öyle yaşamışlar. O’nsuz hiçbir şey istememişler…

Cenâbı Hak, sizin içinizden size hem kitabı hem hikmeti öğretecek, hem de sizi tezkiye edecek, temizleyecek Resûl gönderildi, buyuruyor. Size, içinizden nefislerinizi irşad edecek bir Resûl gönderdi…

Demek ki biz her yönüyle; “Kitabı” aklımızla fehmedeceğiz. “Hikmeti” kalbimizle idrak edeceğiz. Kalplerimizi tahliye ve tesviye edecek. Ve nefsimizi “Tezkiye” edecek; hem zahiri hem de batını kendisinde bulabileceğimiz, her yönden, tabiri caizse, bizi kuşatan ve kendisine ihtiyacımız olan bir peygamber bize gönderilmiştir (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm).

Biz şimdi maalesef öyle bakmıyoruz peygambere. Sadece bize kitabı öğretmiş, işi bitmiş. Allah selamet versin... Kitabı öğretti, bıraktı gitti bizi. Değil. “Harîsun aleykum” buyuruyor. Ümmetinin üstünde o hırsı halen devam etmekte. Sultanu’l-Enbiya (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) halen kabrinde “ümmeti ümmeti” diyor. Halen kabrinde ümmeti ile meşgul. Ümmetini müşahede halen devam ediyor. Bir ayette “Her ümmete bir şahit; Seni tüm ümmetlere, o şahitlere bir şahit olarak; şahitler üstü bir şahit olarak gönderdik.”buyruluyor. Öyleyse her an O’nun murakabesi, müşahedesi devam ediyor. Aklımızı da, kalbimizi de, nefsimizi de O’na teslim etmeliyiz…

Sual: Efendim, Peygamber Efendimiz’i bizim gibi  -hâşâ- sıradan bir beşer olarak gören insanlar iddialarını delillendirmek için şu ayetleri çok kullanılıyorlar: “Andolsun ki biz senin önünden nice peygamberler göndermişizdir.... Hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın bir mucize getiremez.” Veya “Ve ma Muhammedun illa resûl-O sadece bir elçiydi…” manasında. Bu gibi ayetleri biz nasıl anlamalıyız?

Cevap: Aslında bu bir taltifdir. Yani Cenâbı Hak “Ve ma Muhammedun İlla Resûl” derken, “O mutlak bir Resûldür. O’nu hafife almayın” anlamında bunu söylüyor. Cenâbı Hak “Ve ma Muhammedun İlla Resûl” buyururken, O “Resûl” kimin Resûlü’dür, bu önemli, bunu düşün. Allah’ın Resûlü’dür ve sana Allah’ı bildirmeye, seni Allah'a götürmeye, Allah’ı sana tanıtmaya gelmiş... Bu basit bir görev değil ki… O zaman kâinatta her şey basittir. Zaten her şey basitleştiğinde kulla Allah’ın irtibatı kopmuş demektir. Sen sözde Allah’ı yücelteyim derken Allah’ın yücelttiklerini tahfif etmiş, onları hafife almış oluyorsun. “Bu bir elçidir, bunların pek bir özelliği yoktur(!)” diyemeyiz.  Cenâbı Hak diğer ayetlerde adeta bunun içini dolduruyor. O bir Resûl’dür ama özellikleri nelerdir, bunları bize bildiriyor. O’nsuz Allah’a sevginizi ispat edemez, Allah’a sevimli olamazsınız, buyuruyor. O zaman nasıl bir elçi ki bu kadar Allah ile benim arama girebiliyor?

Cenâbı Hak ayeti kerimede “Kul in kuntum tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâh!” buyuruyor. Allah’ı sevmek istiyorsanız, Allah tarafından sevilmek istiyorsanız: “Fettebi’ûnî” Tamamıyla O’na tabi olun, O’na uyun. Rabbimle bana bu kadar yakîn olmuş ve aradaki ilişkiyi O sağlamış. “Beni en çok sevdiğinizden çok sevmedikçe mü’min olamazsınız!” buyurmuş. O zaman nasıl ben bu cepheden bakayım yani “Sadece bir peygamberdi.” O’nu sevmedikçe Allah’ı sevmiş olamıyorum. O’nu sevmedikçe Allah’a sevimli olamıyor, O’na tabi olmadıkça Allah’a iman etmiş sayılmıyorum. Beni azaptan kurtaran O. Allah’ı bana bildiren O. Hz. Peygamber ibadetlerde de bana buyurmuş: “Beni nasıl gördüysen öyle ibadet et!” Mesela ashaba buyuruyor: “Namazda beni gördüğünüz gibi namaz kılın. Hacda ihrama girerken Benim niyetim üzere niyet edin!” Namazda O’nu selamlıyorum, tahiyyat okuyorum. Her şeyim de var: Dinimde var, imanımda var, amelimde var, ahlakımda var, sosyal hayatımda var… Kabir suallerinde var “Kimin ümmetisin?” diye sorulacak. Yaratılışımda, ölümden sonraki hayatımın tamamında O var. Şu halde bu kadar iç içe olduğum, bu anlamda bu kadar yüz göz olduğum birisi hakkında “Sıradan bir elçidir.” diyebilir miyim?

“Ve ma Muhammedun İlla Resûl” ayeti meselenin kıymetini bildiriyor. Yani “İlla Resûl” derken, “İyi gözünüzü açın, O’na kem gözle bakmayın. O Allah’ın Resûlü’dür” buyuruyor ve muhtelif ayetlerle o “Resûl” ifadesini açıyor Cenâbı Hak. “O’ndan evvel de çok Resûller geldi” derken, Cenâbı Hak bizi geçmişe götürüyor ve “İbret alın. Önceki ümmetler o Resûllere nasıl davrandılar, nasıl baktılar ve onlar için nasıl bir son hazırlandı. Buna bakın!” buyuruyor, adeta buraya dikkat çekiyor.

Sual: Efendim, diğer Peygamberler’in(aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) hayatları, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı gibi ümmetlerine bir sünnet miydi?

Cevap: Tabi, bütün Peygamberlerin yaşantıları kendi ümmetleri için birer sünnetti.

Sual: Her şeyiyle mi?

Cevap: Her şeyiyle. Bunu şuradan anlıyoruz: O Peygamberlerin güzel adetleri ve sünnetleri halen bizde sünnet. Hatta bizde sünnetten de öte ibadet olmuş. Yani İbrahim Aleyhisselam’ın kurban kesmesi... Peygamber olmamasına rağmen Hacer’in sayyı, helvelesine varıncaya kadar bize sünnet olmuş. Kadim sünnetlerden, ibadetimizde vacip hükmünde. Yine onların daha birçok güzel adetlerinden “fıtrî sünnetler” dediğimiz, bütün peygamberlerin yaptığı adetler var. Tırnak kesme, saç traşı, koltuk ve etek traşı, misvak kullanmak… Önceki Peygamberlerin de sünnetleriymiş bize de sünnet olmuş. Daha geçmişten gelen sırf bizim Peygamberimize ait olmayıp geçmiş Peygamberlerden de devam edegelen böyle birçok adetler/güzellikler var. Bunlar bizim Peygamberimizin de sünneti. Bundan anlıyoruz ki o Peygamberlerin o güzel adetleri kendi ümmetlerine de birer sünnet idi.

Sual: Efendim Kur’ân-ı Kerim’de Cenâbı Hak diğer peygamberlerden çokça örnekler vermiş. Ama Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ait bir örnek ben hatırlamıyorum. Sanki şöyle bir metot var ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zaten bizim gözümüzün önünde. O’nu görüyorüz. Diğer peygamberlerden elimizde yazılı bir metin var ama Efendimiz’den bize yazılı bir metin yok...

Cevap: Efendimiz’in kendisi bir yazılı metin.  Zaten Cenâbı Hak bütün güzellikleri Efendimiz’e yazmış. Onun için İmam Efendi güzel buyuruyor: “İnsanla Kur’ân tev’emdir!” Bu “insan”dan kastı Sultanu’l-Enbiyadır (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm).

Bediuzzaman da buyuruyor ki kitap üçtür: “Kâinat kitabı, Kitabu’n-Natık yani insan, konuşan kitab ve vahyin meyvesi olan Mushaf.” Bunlar birbirini teyit eden, tamamlayan ve birbirini açan bir kitabın iç cüzleri gibidir. Bu cüzlerden birisi “insan” olduğuna göre ve en ekber, en mükemmel insan da Sultanu’l-Enbiya olduğuna göre; Kur’ân Hâtemu’l-Kütub, Efendimiz Hatemu’n-Nebi birbirini tamamlamışlar. Bunun için Efendimiz’in kendisi muazzam bir kitab. Biz Kur’ân’ı, Kur’ân ayetlerini bile en güzel şekilde Efendimiz’den okuyabiliriz, yoksa anlayamayız.

Sual: Aslında şunu demek istiyorum ki Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetleri illa ki kitaplarda yazılı gelmiş fakat en sağlam nakil yolu insanlarla olmuş...

Cevap: Tabi, görerek onu almışlar. Bir de Efendimiz Kur’ân nazil olduğunda yaşadığı için, O’nunla ilgili daha bir şey anlatılmaya gerek görülmemiş. Cenâbı Hak bize diğer Peygamberlerin örneklerini gösterirken adeta bir kıyas imkânı da veriyor bize. Biz Efendimiz’i görüyoruz ama önceki Enbiya’ya yetişmedik. Efendimiz’e en yakın Peygamber Hz. İsa, aralarında altı yüz sene var. Ama Kur’ân sair Enbiyayı bize haber ediyor ki Hazreti Muhammed’in  (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) Allah yanındaki kadri kıymetini anlayıp, mukayese edelim. Örnekleri biraz da bunun içinde veriyor. “Biz nasıl bir nimete sahibiz?” bunu anlamamız için de, o Peygamberleri bize tarif buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Hz. Ali (radiyallahu anh) Hariciler’e konuşsun, tebliğde bulunsun, onları ikna etsin diye, yanlışlarından vazgeçirmek için İbni Abbas’ı, amcasının oğlunu,  gönderiyor. Hz. Ali’nin çok veciz bir ifadesi var:“Yücadilhum fi’s-Sünen” buyuruyor. “Onlar ile mücadele ederken, tartışırken sünnet üzerinden tartış.” Yani sen onlara delilleri hep sünnetten getir. “Sakın Kur’ân’dan ayet okuma.” buyuruyor. Kur’ân’dan onlara delil getirme, onlara delili sünnetten getir. Niye? Kur’ân’dan delil getirirsen onlar Kur’ân’ı kendi istedikleri gibi yorumlayabilirler ve farklı mevzulara getirebilirler. Sünnetten onlara delil getirirsen kaçamazlar. Sünnet yaşanmıştır ve her şeyi, eni, boyu bellidir. Sünnetin içinde sağa sola kıvıramazlar, kaçamazlar. Onlara Kur’ân’dan değil de sünnetten delil getir.

Bu bir Müslümanın bakışını belirliyor. Bu “İlmin Kapısı”ndan gelen bir yorum. Şundan, bundan gelse belki üstünde tartışabiliriz. Hayır, o ilim şehrinin kapısı açılıyor, o şehirden böyle bir hakikat geliyor. Bu sünneti ve dolayısıyla bu sünneti anlayan Ashabın nasıl “yazılmışlığını” bize gösteriyor. Nasıl bir kitap olduğunu bize gösteriyor ve hadiseleri nerelerden okumamız lazım geldiğini görüyoruz.

Bu örneği benliğimizde tazelensin diye vereceğim. Malum yerin yaratılış hikmetleri var, Cenâbı Hak bir hikmete mebni yaratmış. Kur’ân’a bakmak ecirdir, ibadettir. Bir insan okumaksızın Kur’ân’a baksa ve onun üzerinde tefekkür etse ki, o Allahu Teâlâ’nın ahkâmını bildiriyor, hükümlerini bildiriyor. Bu aşkla, o şevkle Kur’ân’a baksa gözün hikmetlerindendir ve dolayısıyla bundan ecir alır.

Bir insan Allah’ın beytine, Kâbe-i Muazzama’ya baksa; Allah burayı mübarek, mukaddes kılmış, evim diye tesmiye buyurmuş, isimlendirmiş. Hiçbir şey yapmaksızın böyle bir tefekkürle, ihlâsla, aşkla Kâbe’yi seyretse ona yirmi rahmet var diyor Peygamberimiz. Kâbe’ye bakmak ibadet. Kur’ân’a bakmak ibadet.

Efendimiz buyuruyor ki: “Ali'nin yüzüne bakmak da ibadet!” Gerçek Âlimlerin yüzüne bakmak ibadet...

Bakın insanın değeri nelerle eş tutulmuş. Kur’ân’a, Kâbe’ye ve İnsan’a… Bunların yüzüne bakmak ibadet…

Aradaki rabıta anlaşılsın diye bu örneği veriyorum.  Düşün ki Resûl’e bakmak… Yani taştan bir yapıya bakmak ibadetse, yazılı bir kitaba bakmak bir ibadetse, o Resûl’ün varisine bakmak bir ibadetse, o Resûl’ün kendisine bakmak… Anlamak için bakmak, yaşamak için bakmak… Hafsala durur...

Bir gün Resûlullah namaz kılarken Cibril geliyor ve Efendimiz’e “Mestinde necaset var, temiz değil.”diye haber veriyor. Efendimiz namaz esnasında tahiyyata oturduklarında mestlerini ayağından çıkarıyor ve namazı bozmadan devam ediyor. Efendimiz imam olduğu için önde ya, O meshleri çıkarırken ashab da“Demek ki mestler hakkında yeni hüküm geldi.” diyerek mestlerini çıkarıyor, namaza devam ediyorlar. Efendimiz onların namazda mestlerini çıkardığını fark ediyor ve selamdan sonra soruyor: “Niye mestlerinizi çıkardınız?” Diyorlar: “Ya Resûlallah, Siz çıkardınız, biz de dedik ki herhalde Resûlullah'a böyle bir hüküm bildirildi ki mestsiz kılacağız. Siz çıkarınca biz de Size mutabaat ettik, Size uyduk.” Efendimiz buyuruyor ki: “Kardeşim Cebrail geldi, Bana dedi ki mestin temiz değil, Ben onun için çıkardım ama siz de Bana uyduğunuz için namazınızda bir şey yok. Niyetiniz halis, Peygambere uymak için siz de mestleri çıkardınız.” Çünkü Efendimiz daha önce öyle buyurmuştu: “Namazda beni nasıl gördünüzse öyle namaz kılın…”

O yaptıkları bile, yani basit bir hareket, mestlerini çıkarma ibadetten sayılıyor… Niyet Resûlullah'a uymak… O çıkardı diye çıkarmak...

Bir adam cemaatle namaz kılarken, imama uyduğu halde kendisi namazda sehiv secde gerektirecek bir şey yapsa sehiv secde yapmaz. Misal münferiden namaz kılarken farzda ilk tahiyyattan sonra salli-barik okusa bundan dolayı sehiv secde gerekir veya münferiden kılarken farzda ilk tahiyyattan üçüncü rekâta kalktığında “Subhaneke” okusa kıraati tehir ettiği, ertelediği için sehiv secde yapması gerekir. Ama bunu cemaatle kılarken yapsa, imamın arkasında üçüncü rekâta kalktığında “Subhaneke” okusa sehiv secde yapmaz. Niye? İmama uymuştur. İmamın namazı tamamsa onunki de tamamdır. Bu basit bir imama uyanın, bir me’munun hali… Bir Peygambere uyanın halini düşünün… O’na gerçekten gönlen uysa, iktida etse. Yanlış yapsa da yanlışı imamdan dolayı es geçiliyor. “Sen onların içindeyken Allah onlara azap etmez.”

Sual: Efendim bu ayeti “Sen onların gönüllerindeyken, onların yaşantılarındayken onlara azap etmem.” gibi anlayabilir miyiz?

Cevap: Tabi, Peygamberin içimizde olması sadece ceseden değil. O’nun ruhaniyeti, sünneti, ahlakı, şeriatı, tarikatı içimizde olduğu sürece inşaallah azaptan muafız. Önemli olan O’nu yaşatabilmek. Cenâbı Hak Kur’ânı’nda bunu bize öğretiyor. Efendimiz’e diğer Peygamberler hakkında buyuruyor: Onlardan bahset, onları an, onları zikret. Nuh’u an, Salih’i an, Zekeriya'yı unutma, Yahya'yı unutma, Onları yaşat… Bu bir örnek, bize buyuruyor ki siz de Sultanu’l-Enbiya’yı  (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) yaşatın, unutmayın. O’nu yaşayarak, O’nu konuşarak, severek, düşünerek O’nu yaşatın…

Sual: Efendim bu sual bu sohbetin üzerine sorulur mu bilmiyorum ama Efendimiz’in  (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)Kur’ân-ı Kerim’de ikaz edildiği yerler var. Beş yer diye hatırlıyorum -Abese Sûresi’ndeki gibi-. Bu ikazlar bazı kitaplarda da değişik maksatlarda yazılmış. “Hâşâ, Efendimiz’in yanlış yaptığı, hata yaptığı yerler var” diye yazılıyor.  Bu ikazları nasıl anlamamız gerekir?

Cevap: İslam’da bunlara ikaz değil de zelle denilmiş, Peygamberlerin zelleleri. Bu anlamda buna “ikaz” değil de “irşad” edilmişler desek daha uygun olur. Cenâbı Hak onları o konularda rüşde erdirmiş.

Bu maslahata binaendir. Bu Peygamberin hatasından dolayı değil, ümmetin bunu yanlış anlayacağından, farklı değerlendireceğinden dolayı Cenâbı Hak meseleyi başka bir yönde ele almasını istemiştir. Yoksa Peygamberin yanıldığı için değil. Ama insanlığın bunu yanlış anlayacağı ve Peygamber hakkında bildirilen sıfatlarla, o hadisenin bağlantısını kuramayacaklarını, bundan dolayı da yanılgıya düşeceklerini bildirerek Cenâbı Hak meseleyi farklı açıdan ele almasını emretmiştir. Bu bir irşaddır. Yoksa zaten Rabbimiz Peygamberin hevasından bir şey yapmadığını bize buyurmuş. O’nda heva olmadığına göre ve ciddi bir şekilde “Sakın Hak’tan gaflet etme, başkalarının arzularına uyma, dinleme!” gibi emirleri Cenâbı Hak O’na bildirmiş. Buna rağmen Peygamberin böyle bir yanılgıya düşebileceğini düşünmek yanlış olur. Cenâbı Hak bizim hadiseye yanlış bakacağımızdan dolayı, Efendimiz’e farklı bir cepheden bakmasını, farklı bir profili öne çıkarmasını emretmiş. Abese Sûresi’ndeki mesele anlatılırken de biraz farklı anlatılıyor. “Ümmü Mektum  Hazretleri’ne sanki Resûlullah Efendimiz hiç bakmadı, ilgilenmedi, onu horladı. O esnada yanında zenginler vardı...” gibi. Belki o anda Peygamber meşguldü. Ümmü Mektum’a bir mühlet verildi. Yani “Şu anda, meşgul biraz bekle!” der gibi. Ama Ümmü Mektum Hazretleri bunu göremediği, âmâ olduğu için gönlü incinmiş olabilir. Cenâbı Hakk’ın kullarına olan şefkatinden Ümmü Mektum Hazretleri’nin gönlünün incinmesini Efendimiz’e uyardı. O insanın gönlü inciniyor. O mazlum, mahcub ve fiziken nâkıs. Sen öbürlerini kazanayım derken onu incitme, onu ihmal etme. O belki öbürlerine nisbetle çok daha halis, daha temiz bir niyetle orada bulunuyor. Cenâbı Hak hadisi kudside buyuruyor: “Biz mahzun gönüllerdeyiz.” Bu Cenâbı Hakk’ın şefkatinin çokluğu. Tabiri caizse, teşbihde hata olmasın, Mevla sabretmiyor. Efendimiz’e buyuyor ki “Bak, adeta o çocuk gibi, şimdi ağlayacak, onunla ilgilen.” Bu bir cilveleşmedir. Bu bir ikaz değil, bir yanlış değil. Bu bir cilveleşmedir. Ama mesele anlatılırken Peygamber Efendimiz sanki Ümmü Mektum’un hatırını kırdı, gönlünü incitti, onunla ilgilenmedi, kaale almadı. Meseleye  ‘bu körün birisi’ gibi baktı, ilgilenmedi.  Düşünebilir misiniz, affedersiniz, aç hayvanları bile gördüğünde onlarla konuşan Peygamber, o hayvanları niçin doyurmuyorsunuz diye sahiplerine sitem eden Peygamber…

Bir gün Fatıma annemiz, Efendimiz’e çok eziyet ediyorlar, sırtına/başına çıkıp Efendimiz’i yoruyorlar diye Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz’i biraz sert tutmuşlar. O tutuşla da -ya Hasan Efendimiz ya Hüseyin Efendimiz- ağlamışlar. Çocuğun  ağlayışına dayanamayan Hz. Peygamber  de ağlamışlar ve Fatıma annemize biraz da sertçe buyurmuşlar ki: “O tutuşunuzla, çocuğu ağlatışınızla beni üzdüğünüzün farkında mısınız?..”

Böyle bir Peygamber, bir çocuğun dahi üzüntüsüne dayanamayan; hutbe okurken üstünde durduğu kütük ağlayınca gidip ona sarılan, o kütüğü kucaklayan Peygamber (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)... Kaldı ki arkasına gelen âmâ bir insanı, sakat bir insanı böyle görmemezlikten gelip, onun hatırını saymayacak derecede, -hâşâ- bu denli kabalaşacağını düşünmek Peygamberi tanımamaktan kaynaklanan bir şey.

Bunda Cenâbı Hak sabırsızlık gösteriyor. Ona yönelmesini, onunla ilgilenmesini istiyor… Evet, bu ikaz, bu anlamda bir ikaz.

Sual: Peki, Efendimiz için “O da bir beşerdir.” ayeti var diye bazı kitaplar bunu delil göstererek diyor ki O da bizim gibi insandır, o da hata yapabilir...

Cevap: Hata yapabilir. Şimdi biz bunu hangi mantıkla izah edeceğiz: Hem diyeceğiz ki bir müctehid hata yapsa ona bir ecir var. İsabet etse iki ecir var. Müctehidin hatasında bile ecir göreceğiz, Peygamber’in hata yapabileceğini düşüneceğiz… Nasıl bir mantık, nasıl bir anlayış bu? Peygamber de bir beşerdi, O da hata yapabilir ama O’nun hatasında da hikmet var. Allah O’nun hatasına da ecir verecek, mükâfat verecek. O’nun hatası    Allah’ın yanında bizim bütün doğrularımızın fevkinde, bütün doğrularımızın üstündedir.

Niye burada illa zorla Peygamber’i kendi seviyemize indirmeye uğraşıyoruz ki? Bunda  biz ne büyüklük kazanacağız? Bu tamamen nefsimizin kibri.  Hazmedeyişimizden kaynaklanıyor bu. Nasıl olur bir insan bu kadar erişilmez olabilir?.. Bunu kabullenemiyoruz, zorumuza giden bu. Onun için oturmuşuz hep delil aramışız ki O da bir beşerdi, her beşer gibi O da bir hata yapabilir, yanlış yapabilir, O da dört dörtlük değil… Ne kârımız olacak bizim bundan. Kabul, Peygamber hata yaptı, yanlış yaptı. Bunda bizim ne kârımız var? Cenâbı Hak O’na buyurmadı mı ki: “Afallahi anke” Allah senin bütün yanlışlarından geçti. Çatla patla şimdi. Ebu Zer çatlasa da buyurmuş ya Efendimiz... Allah O’nun bütün hatalarından geçti, ne diyeceksin şimdi, ne diyeceksiniz?...

Sual: Efendimiz’in Ümmü Mektum ile aralarında geçen bu olay güzel bir hatıra olarak kalmış. Efendimiz, Ümmü Mektum’a “Kendi vesilesiyle Rabbimin bana uyarı verdiği kişi”  buyururlarmış, değil mi?

Cevap: Evet. Bizim dinimizin bize öğrettiği ahlak kuralları içinde şu var. Te’vili mümkün şeyleri hüsnü zan  üzere te’vil edin. Eğer biz Peygamberin bazı hallerini bu hüsnü zanla te’vil etmeyeceksek, yani sıradan insanların bile hallerini hüsnü zanla te’vil etmemiz gerekirken nasıl Peygamberimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)hakkında böyle kadredici düşünceye kapılabiliriz? “Hata yapmıştı O da beşerdi, şaşırmaya müsaitti, şaşırabilirdi…” Sanki O’nun şaşırması bizim başarımız. Niye? Bunu Hak ile bir cilveleşme olarak kabul edelim. Cenâbı Hakk’ın Habibi’ne tatlı bir cilvesi, Ümmü Mektum Hazretleri’ne Rabbimizin farklı bir ikramı…