NAMAZ - 2

Sahabe-i kiram soruyorlar: “Ya Resûlallah, mahşer gününde ve o mahşer yerinde onca kalabalığın içinde Sen ümmetini nasıl tanıyacaksın? İsa’nın, Musa’nın, Süleyman’ın, Davut’un, Nuh’un (as)… Bunca Peygamberlerin ümmetleri içinde Sen kendi manevi evlatlarını, ümmetlerini nasıl tanıyacaksın?” Buyuruyor ki: “Ben onları abdest azalarından tanıyacağım.” Onların abdest azaları bir çıra gibi yanacak… Bugünkü tabirle florasan gibi, bir projektör gibi parlayacak. Onların azaları, abdestle yıkadığı yerleri elleri, yüzleri, ayakları, kandil gibi yanacak. Nura çevirebildin mi abdestini? Ve onların yüzlerine bakıldığında secde izleri olacak. Yüzlerinde Allah’ın önünde eğilmişliğin, Allah’a teslim olmuşluğun ve kavuşmuşluluğun alametleri olacak. Rabbim de buyuruyor ya Bismillah; “Sîmâ hum fî vücûhihim min eseri’s-sücûd.”

Onların yüzlerine baktığınızda secde izleri vardır. Secdenin verdiği güzellik, ruhaniyet, nuraniyet var onların yüzlerinde. “Ve nurlar onların sağlarında, sollarında, önlerinde, arkalarında dönerler.” buyuruyor Peygamber (sav). Benim ümmetimin etrafında nurlar döner, ışık haleleri, feyiz haleleri olur. Ümmetimi onlardan tanıyacağım.

Bugün çevremize bakalım, Müslüman bildiğimiz, ibadet ettiğini bildiğimiz insanların hakikaten böyle bir ayrımcılığı var mı? Bu nur ahirette yüze/ele vuracak. Bu dünyada ise bu nur; fiillerde, hâl, harekette, sekinette, yaşantıda, düşüncede… Müslümanlara bakın namaz kılanla kılmayanı birbirinden ayırt edebiliyor musunuz? Abdestli ile abdestsiz yaşantı olarak birbirinden ayırt oluyor mu? Ben Müslümanım diyen ve kendince yaşamaya çalışan bunu söz olarak söyleyenler var onlara lafım yok namazında, niyazında olanlar hakikaten İslam’ca yaşıyor mu? 

Sahabe döneminden bir örnek vereyim, siz bugüne mukayese edin. Ben bugüne fazla girmeyeceğim. Çünkü derdim sizi suçlamak, yargılamak değil; bir şeyler anlatmak. Düşünceye/tefekküre vesile olsun diye… 
Sultanu’l-Enbiya zamanında bir Müslümanla bir yahudinin arasında bir alışveriş meselesi olmuş, neticesinde iş anlaşmazlığa dökülmüş, anlaşamamışlar. Yahudi demiş ki Müslümana; “Hz.Muhammed emin bir kişidir (sav). Ben O’nun Peygamber olduğunu kabul etmesem de dürüst, adil, emin bir insan olduğunu kabul ediyorum. Tarafsız olacağına, adaletli karar vereceğine inanıyorum ve o yüzden ben O’nu hakem seçiyorum. Diyorum ki meselemizi O’na götürelim.” Öbürü de Müslüman, diyor ki; “Tamam, O benim Peygamberim, sorun yok gidelim.” Sultanu’l-Enbiya’ya (asv) gidiyorlar. Efendimiz meseleyi iki taraftan da dinliyor ve buyuruyor ki: “Yahudi haklı, sen bunun zararını tazmin edeceksin.” Dışarı çıkıyorlar. Müslümanın gönlü Sultanu’l-Enbiya’nın kararına mutmain değil, çünkü aleyhine oldu ve yahudiye diyor ki; “İstersen gel bir de Hz. Ömer’e gidelim. Ömer de çok adil, çok hakkaniyetli biri. Bir de ona gidelim.” diyor. Yahudi “Olur, gidelim.” diyor. Ömer’e (ra) gidiyorlar. Yahudi meseleyi baştan anlatıyor, diyor ki: “Biz önce Hz. Muhammed’e (asv) gittik. O beni haklı buldu ama bu arkadaş Muhammed’in kararını kabul etmedi. Dedi ki; ‘Ömer daha adaletli, ona meselemizi götürelim, o halletsin.” Hz. Ömer diyor ki: “Peki, madem bunun için buraya geldiniz ben meseleyi halledeyim ama biraz bekleyin, cevap içeride ben size getireyim.” Hemen gidiyor içeriden kılıcını getiriyor ve bir vuruşta Müslümanın kafasını önüne düşürüyor. Diyor ki; “Cevap bu! İnandım dediği, iman ettiği Peygamberin hükmünü kabul etmeyen, O’nun yanılabileceğine, yanlış söylediğine inanan, adaletsiz karar verdiğine inanan insanın cevabı bu…” Yahudi, Müslüman oluyor. Diyor; “Bu nasıl din ki kendi dindaşını kayırmıyor, taraf tutmuyor. Ben sizin dininizin muhalifiyim, düşmanıyım ama hak senin, adalet bunu gerektiriyor... Adam Müslüman oluyor. Asıl yahudi öbürü imiş, içi dışa çıkıyor...

O günkü bu hadiseyi bugüne taşıyın ve bugünün Müslümanlarını etüd edin. Kur’ân ortada, sünnet ortada… Bakın, sağ adam bırakabilir misiniz?... 

Dedik ki namazda hizmet var, kurbet var, vuslat var... Namazda hizmet var; kul zahirdeki bütün azalarıyla; eliyle, gözüyle, kulağıyla, bedeniyle istikbal-i kıble edip     Allah’ın emr-i şerifini yerine getirmek için, “Ey Rabbim! Sen benden kulluk istedin; namaz kılmamı istedin. Ben de var gücümle, bütün gayretimle bu emrini yerine getirmeye çalışıyorum.” bu hizmettir. Allah’ın emrini yerine getirmeye çalışmak, bütün azalarınla namaza odaklanmak hizmettir ve dolayısıyla şeriattır. Bu meselenin şeriat mertebesidir. 

Zahir bedenini namaza yoğunlaştırdığın gibi manevi azalarını da; kalbini, ruhunu, sırrını, zihnini Allah’a yöneltiyorsun/teveccüh ediyorsun ve O’ndan sana gelecek olan affı, rahmeti, merhameti, mağfireti bekler bir durumdasın… Bir istiridye gibi ağzını açıp, içine inci olmak için düşecek damlayı bekliyorsun adeta. Her yönünle    Allah’a dönmüşsün. Bu da kurbettir, Allah’a yakınlıktır, tarikattır. 

Secdeye başını koyduğunda Cenâbı Hakk’ın aşkından, sevdasından, arzusundan bütün letâiflerin bir kazan gibi fokurdamaya, kaynamaya başlar. Başını oradan kaldırmak istemezsin üç, beş, yedi, dokuz, on bir... kere devam etmek istersin tesbihlere: “Subhâne Rabbiye’l-A’lâ” derken adeta her söyledikçe bir deprem yaşarsın. O ulviyyetin, o kudsiyyetin karşısında bütün vücudun sarsılır, Hz. Cafer-i Sadık gibi kendinden geçer, bayılırsın. İşte bu da vuslattır, kavuşumdur ve hakikattir. 

İmam Efendi bir kibarı kelamında buyuruyorlar ki: 

Penc vakt fî sâlât-ı zâhirun
Âşıkan da fi’s-Salâti dâimûn…

Namazı zahirde kılanların namazları günde beş keredir. Âşık, vasıl olursan namazın daimidir. Senin namazın hiç bitmez. İşte iken de sen namazda gibisin. Alışverişte iken de namazda gibisin. Öyle buyuruyor Mevlâ: “Hiçbir şey onu   Allah’ı anmaktan alıkoymaz.” Ne alışverişi, ne ticareti, ne evladı, ne şu ne bu onu namazdan alı koymaz. Her yerde namazda gibisin. Hakk’ın huzurunda, O’nunla sohbet hali üzere, huzur hali üzeresin her yerde… 

Böyle bir insana bütün kötülükler dar olur arkadaşlar. Allah’ın izni ile yanlış yapamaz, bütün suçlar ona dar olur. Hasbelbeşer bir gafletle olursa belki, ama planlı programlı, organize suçlar yapamaz. Bütün suçlar ona dar olur, bütün güzellikler, lütuflar ona yâr olur… İyiliklerden başka bir şey yapamaz. Namaz onu öyle arındırır, öyle temizler, öyle paklar ki... “İnne’s-salâte tenhâ anil fahşâi vel münker” buyuruyor Mevlâmız. Namaz onu bütün münkerattan, fuhşiyattan, masivadan uzaklaştırır, koruma altına alır. Namaz kılan insan Allah’ın emn u emanındadır. O insanın her şeyine Mevlâ kefildir. Bu insan böyle namaz kılıyorsa Allah onun kefilidir. 

Bir yandan kulakla dinlerken bir yandan da tefekkür edelim: “Bizim namazlar nasıl?” Bir grup akrabamız hacca gitmişti de döndükten sonra ilginç anılarını anlatıyorlar. İçlerinden birinin bir anısı anlattılar, konuyla alakalı olduğu için bunu da zikretmek istedim. Mekke-i Mükerreme’de çarşıda alışveriş yapmış, namaz kılmak için Harem-i Şerif’e girmişler. Alışveriş yaptıkları çantayı bir yere koymuşlar, kalabalık bir hac zamanı. Biraz sonra bakmışlar çanta yok. Çantanın sahibi telaşla çantayı aramaya başlamış. Etrafındaki arkadaşları da çantayı bulalım diye seferber etmiş. Çantada da altın, gümüş yok. Takke, tesbih, öteberi hediyelik şeyler var. Çanta orada, burada derken farza durulacak, kamet getirilmiş. Birisi buna diyor ki “Millet farza duruyor, gel namazı kılalım çantayı sonra ararız.” Bu bir kızmış, bağırmış: “Nasıl kılalım. Şimdi benim derdim namaz mı? Ne namazı çanta kayboldu, çantayı bulacağız…” 

Hadiseyi nakleden kişi “Allah var, o kişiden korktum.” diyor. Kâbe-i Muazzama’da çanta arıyoruz... Sonra bu insan hacdan gelecek, biz gidip onun eli Kâbe’ye değmiş diye elini, ayağını öpeceğiz... Çantayı öpelim bunun eli çantaya değmiş…

Kâbe’deki hale bakın. Kâbe’de bile “Derdim namaz mı?” diyor…

Hani “dervişin fikri ne ise, zikri de o dur” derler ya. Bugün bizler de böyle değil miyiz?.. Önemli bir işimiz olsa ya namazı terk ediveririz ya da o namazda öyle acele ederiz ki… Veya namaza durduğumuzda önemli işimiz aklımıza geldi… Aman Allah! Yarışırcasına namaz kılmaya başlarız. Rükûdan hiç belimizi doğrultmadan secdeye, secde aralarında oturmadan ardarda secdeleri yaparız. Artık nasıl tahiyyat okuyoruz, ne okuduğumuzu Allah kabul etsin. O kadar seri/çabuk okuruz, dilimiz bazen sürçer yanlış da okuyabiliriz, önemli değil. Önemli olan ne? O aklımıza gelen iş, ona yetişeceğiz. Birader nedir senin namazdan bu kadar mühim olan işin? Nasıl bir iş ki o namazdan mühim? Nasıl bir iş ki o Hak’tan önemli.

Sonra da biz namaz kılıyoruz ama Allah bizim isteklerimize cevap vermiyor. Yardım da istiyoruz  Allah’tan ama yardım da gelmiyor. Birader senin mektuplarının pulu yok, senin mektuplarının üstünde adres yok, sen habire postahaneye gidip atıyorsun ama ne adres var, ne pul var. Bu mektup yerine ulaşır mı? 

“Salli reeytumûni en usalli”  buyuruyor Cenâbı Peygamber. “Namazda Beni gördüğünüz gibi namaz kılın.” Ben nasıl namaz kılıyorsam, namazda nelere riayet ediyorsam siz de namazı öyle kılın, buyuruyor Sultanu’l-Enbiya. Öyle namaz kılın ki o namazın neticesinde vuslat olsun, o namaz hizmete dönüşsün, o namaz sizi kötülüklerden men etsin, gönül gözünüzü açsın, kalbinizi kalaylasın o namaz.

Cenâbı Hak her işimizde, her amelimizde/fiilimizde bize ihsan sırrına riayet edebilmeyi, takva üzere olabilmeyi lütfeylesin. Namazlarımız ve sair ibadet ve taatlerimizi kemale erdirsin, kulluğumuzu layıkıyla razı olacağı şekilde yerine getirebilmeyi bize lütfeylesin. 

Hepimizi umduklarımıza nail, korktuklarımızdan emin eylesin. Bizi ölene kadar, nesillerimizi kıyamete kadar İslam’a, Kur’ân’a, Sünenât-ı Muhammediyye’ye hâdim eylesin. Neslimizden din düşmanı, fasık, münafık, İslam’ın ahkâmını, ahlâkını, irfanını bırakıp da ne idüğü belirsiz “izm”lere, anlayışlara, yollara, teorilere sapan kimseler getirmesin. Cenâbı Hak âmin diyenleri iki cihanda emin eylesin…

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR