MİRAC VE NAMAZ

Sual: Hadis-i Şerif’te “Namaz müminin miracıdır.” buyurulmuş. Burada geçen Mirac’tan kastedilen her müminin aynı şekilde o hadiseyi yaşaması mı, yoksa namaz Mirac’a teşbih mi edilmiş. Bu Hadis-i Şerif’i nasıl anlamamız gerekir. 

Cevap: İslâm’da, hadiselerin oluşumu önemli olduğu gibi, hadiselerin neticesi oluşumundan daha önemlidir. Miracın gerçekleşmesi, Cenâb-ı Peygamberin, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gidişleri, oradan Arş-ı âlâya yükselişi ve Hz. Allah'ımız ile mülâki olması, görüşmesi, konuşması… Hadiseye bu yönleriyle asla hiçbir şey değil benzerlik yakınlık dahi arzedemez. Neden? Mirac, tamamen hususi bir hadise… Bir ikili ilişki… Âşık ile mâşuk arasında ki bir davet ve icabet. Buraya kimse giremez, müdahale edemez, taklit edemez… Zaten bu yönüyle Mirac bir mucize. Eğer taklit edilebilse mucize olmaktan çıkar. 

Peki, bahsedilen Hadis-i Şerif, kulun miracı namaz... O zaman namazın Mirac’la ne tür bir yakınlığı, alâkası var? Mirac’la namazın netice itibariyle bir yakınlığı, ilintisi, rabıtası var, hem de ciddi bir şekilde. Bu yönüyle bir benzerlik olur... 

Mirac’ta âşık ile maşuğun bir buluşması var, dedik. İki sevgilinin karşılaşması, bir manevi alış-verişte bulunması var. İşte namazda da bu var. Namaz bu yönüyle Mirac’a benzetilmiş. Namazda da kul âşık, Mevlâ, Mâşuk konumunda. Kul eğer namazını o noktaya götürebilirse, namazda kul ile Mevlâ’sı arasında, huzur denilen halin en kemâl noktası, en üst perdeden bir beraberlik yaşayabilir. 

Cenâb-ı Peygamber (Sallallâhu aleyhi ve sellem) gördü. Tabi namazda böyle görme gibi bir hal bize olmaz. Ama öyle bir mutmainlik, bir kalp sekîneti, kalp huzuru oluşur ki bizde, adeta biz de görmüş gibi oluruz. Bizi mutmain eden sebeplerden birisi de şahidimizdir. Hz. Muhammed (Aleyhisselâm) bizim şahidimizdir. Hâşâ yanlış söylemesi, yalan söylemesi hiç mümkün olmayan bir şahid… Ben Allah'ı gördüm buyurmuş, O'nun görmesi bize yetiyor. İnanıyoruz ki görmüş ve hepimizin adına bakmış. Hepimiz için görmüş. O'nun gözlerine kurban olayım. O görmüş ya biz de görmüş gibiyiz. Böyle inanmışız ve biz de görmesek de, la teşbih vela temsil, o havanın, o atmosferin kokusunu, esintisini, güzelliğini, huzurunu, şuurunu, yakınlığını namazda hissedebiliriz. 

Dolayısıyla namazın Mirac’la bütünleşmesi, benzetilmesi bu yüzdendir. 

Namazda da bir seyir vardır. Resûlullah’ın (Aleyhissalâtu ve'sselâm) Mekke’den Kudüs’e hicreti var… Biz de Namazda Mekke’ye karşı duruyoruz. Kâbe’ye yöneliyoruz. Yolculuğa oradan başlıyoruz yani. İstikbâli Kıble diyoruz ya, namazın on iki şartından birisi istikbâli kıble. Kıbleye yönelmek. Yani bu manevi seyre Mekke’den başlamak... Biz de Mirac’ımıza Mekke’den başlıyoruz. Kâbe’nin şahsında biz mukaddes bir mekâna yöneliyoruz. Asıl hedefimiz taş yapı değil. Onu mübarek, mukaddes kılan bir alana yöneliyoruz. Seyirde benzerlik var. 

Sonra niyet ediyoruz... Neveytü en usalli. Yani diyoruz ki, Ben sırf Rabbim için, la teşbih, Rabbimi görmek, Rabbime kavuşmak, Rabbimin huzurunda bulunmak için cahdediyorum, azmediyorum, gayret ediyorum, niyyet ediyorum. Namazımı buna vesile kılıyorum. 

Usalli, ben namaz kılacağım ama namazımı buna vesile kılıyorum. Allah'ıma, bu manevi Mirac’a namazımı vesile kılıyorum. O mukaddes alana yöneliyorum. Lillâhi Teâla müstakbilel kıble. Ben bu yüzden, hedefim olarak, başlangıç noktam olarak kıbleyi belirliyorum, Kâbe’yi belirliyorum. Allah'ın evim dediği mekânı belirleyip oraya yöneliyorum. Oradan bu seyir başlıyor. Subhaneke’ye başlıyorum. O’nu meth etmeye, zikre başlıyorum ki o zikrin sayesinde yani belli şifreleri kodlayarak belli yerlerin açılımını gerçekleştireceğim. O'nun azametini yüceltiyorum, sonsuzluğunu ifade ediyorum, hamde layık olduğunu, şükre layık olduğunu, nimet sahibi olduğunu, isminin çok mübarek olduğunu, isminin sürekli anılmaya layık, müstehâk olduğunu, hiçbir ismin O'nun ismi şerîfi kadar anılamayacağını, anılması gerekmediğini, O'nun isminin her anılışında bir anahtar gibi manevi kapıların açıldığını, O'nun şanının, şerefinin yüceliğine hiç hudud, sınır olmadığını hiçbir şeyin o kadar şerefli, o kadar şöhretli olmadığını, hiçbir şeyin yeryüzünde O'nun kadar senâ edilmediğini, methedilmediğini, çünkü O'ndan başka kulluğa müstehak varlık olmadığını… söylüyorum. 

Başka bir ilâh olmadığı için mi ben O’na yöneliyorum? Hayır, değil. Yeryüzü -hâşâ ve kella- ilâhlara dolu olsa ben yine O'na yönelirim. Benim için O'ndan başka bir ilah yok. “Ve lâ ilâhe gayruk...” Bu illa bir şeye Allah diyerek, mabud diyerek, rab diyerek yönelme anlamında değil. “Ve lâ ilâhe gayruk” ten maksat ben hiçbir şeyi Allah kadar sevmem. Bana hiçbir şey O'nun kadar sevimli değildir. 

Çünkü sevdiğim şey benim ilahım olabilir. Yani belki ilâhımın etkisinden çıkıp sevdiğim şeyin etkisine girebilirim. Hiçbir şey benim imanımı Allah'tan ziyade etkileyecek güçte değildir. Burada bir girizgâh yapıyorum. Yükseliş bunlar…Fatiha’ya başlıyorum. Mirac’daki burak, refref hadiseleri, semanın katmanlarına uğrayışlar... hep bu evrelerden geçiyorum. Fatiha yedi ayettir. Sanki her bir ayet bir kapıya bağlı. Sema yedi kattır. Fatiha’da, yedi kat semaya uğrayış var her ayette. Her ayet bir kat semayı açmakta. Ve ben burada bunları okuyup, Allah'ın huzurunda olduğumu düşünürken, kendimi yalnız düşünmemeliyim. Faziletli bir cemaatte düşünmeliyim; çünkü ben, manen, öyle bir cemaatin içindeyim ki peygamberlerle, şehitlerle, meleklerle, salihlerle ve O'nu zikreden, O'nu tesbih eden, O'nu takdis eden zerrelerle O'na secde etmeye, O'na boyun eğmeye geldim. O'na itaat etmeye geldim. Tek ben değil, bütün kâinat olarak, bütün varlık olarak O'nun kudretine teslim olmaya, eman bulmaya geldim, eman dilemeye geldim… 

Bu düşüncelerle semanın katmanlarında ki Efendimiz’in görüştüğü Enbiya’nın ruhaniyetlerini, meleklerin konumlarını, durumlarını müşahede ederim Fatiha’da. Okuduğum zammi sûrede, cennetten cehennemden bahseden ayetler olur. Onlarla da Cenâb-ı Peygamber’e gösterilen hakikatleri müşahede ederim. Cennetleri, cehennemleri gördü, sıratı gördü, haşrı gördü, mizanı gördü, muhasebeyi, hesap kitabı gördü... İşte o okuduğum ayetler bende bunları çağrıştırır. Bütün bu hengâmeden, bütün gördüğüm korkulması gereken şeylerden sonra –çünkü mahşerin dehşetini gördüm, cehennemin konumunu gördüm, cennetin nimetlerini gördüm ola ki gönlüm o cennet nimetlerine takılır ve beni Allah'ın zatından alıkor, diye bütün bu alâyişten kaçarcasına secdeye giderim. İşte orası kâbe kavseyndir. Buluşma noktasıdır… 

Secdeye giderim, aman ya Rabbi bunlar benim aklımı karıştırabilir, benim kalbimi karıştırabilir, ben âciz bir varlığım, ben Sen’den başka bir şey istemiyorum diyerek “Subhane rabbiyel âlâ...” derim. Sen yüceler yücesisin, Sen cennetlerden yücesin, Sen cehennemlerin padişahısın, hakimisin, bütün her şey senin elinde… Ben sana geldim... Buluşma noktamız... 

Secdeye gidersin huzurun kemâl noktasına varırsın, itminanın kemâl noktasına varırsın. samimi isen, ihlasın nisbetinde orada sana bir şey koklatırlar. Ağzına bir parmak bal çalıverirler. Kalkarsın balın tadını aldığın için, aldığın o koku artık içine işlediğinden kalkınca vazgeçemezsin bir daha gidersin secdeye… Tekrar secde edersin…Çünkü bir şeyi tattın, orada bir şeyler gördün, dayanamaz yeniden secdeye gidersin… Bu hal ila nihaye devam eder. Bu sefer senin bütün fiillerin namazlaşır.Vakitten vakiti iple çekersin. Oraya gideceksin… 

Her fiilini namaz ruhuyla, öyle dakik, dikkatli, temkinli, tedbirli yapmaya başlarsın. İşte bu netice yönleriyle Mirac’a benzerlik var namazda. Yoksa biz bedenen bu âlemden çıkamayız. Cenâb-ı Peygamber, bu konuda ihtilaflar olsa da, biz bedenen de gittiğine kaniiyiz. Beden ve ruhuyla birlikte gördü. Bazı âlimler kalp gözüyle gördü demiş, bazı âlimler de baş gözüyle de gördü demişler. Biz hem kalbiyle hem başıyla gördüğüne inanıyoruz. Çünkü ayetlerde ki işaret bunları gösteriyor. Bu bizim için mümkün olan bir şey değil. Ama netice itbariyle kulun kemâl noktasına varış, Mevlâ ile buluşma, Mevlâ'da fani olma şuuru açısından, huzur açısından, tanıma açısından, irfan açısından namaz miraçtır. 

Bir de miraçtan gelmesi hasebiyle Mirac’ı anımsatan bir hediyedir namaz. Mirac’ta farz olmuştur. Cenâb-ı Peygamber namazı Mirac’la birlikte getirmiştir. Önceden de namaz vardı. Peygamberimiz ve ashabı namaz kılıyorlardı Mekke’de ama yükümlülük değildi. Zevkti, şevkti, teşekkürdü. Miraç’la birlikte yükümlülük arzetti, farz oldu yani. 

Bu yönleriyle namaz Mirac’a benzer, Mirac’ı çağrıştırır. Mirac’taki neticeyi insana getiren bir ibadettir. Bu yönüyle de hiç bir ibadette olmayan fazilet, bereket namazda vardır. Ne hacda ne zekâtta ne zikirde ne oruçta, namazda olan şeyler yoktur. Belki bunların hepsini toplasan, haccı, zekâtı, orucu, zikri fikri, şükrü... ve sair bütün güzel ibadetleri toplasan hepsinin mecmuu namaz da var. Ama hepsini toplasan da namazı karşılamaz. Hepsinden birer özellik namazda var ama hepsi birleşse namazı karşılamaz. 

Hanefi'lere göre dille niyet farz değildir sünnete muhalif olduğu için. İmam-ı Azam'a göre niyet kalbin amelidir, kalbinle namaz kılmaya kastedip hemen iftitah tekbirini alır, Allah-u Ekber der, namaza girersin. Kişinin işleyeceği fiilin kendisi, niyet hükmündedir, Maksat, namaz kılmaktır bu yüzden yerine getirilecek fiil, niyet yerine geçer. Niyet, özde edilen düşünce, duygu ve azimdir, Hanefî'lere göre. Bu çok derûni bir mana. 

Ama İmam-ı Şafii buyurmuş ki, dille niyet farzdır. Namaz kılan kişi ben namaz kılacağım, diye diliyle söyleyecek, kastını ikrar edecek yani ve kişi bu ikrarında, “Lillâhi Teâlâ” demese, Allah için ben bu namazı kılıyorum, demezse namazı batıl olur. Dese ki, “Ben öğle namazını kılmaya niyet ettim dese namaza başlasa namazı batıl olur, İmam Şafi’ye göre...

Bu -İmam Şafii’nin içtihadı- benim çok hoşuma gidiyor. Eğer sen Allah'ın adını vererek, Allah’ı kastederek namaza durmazsan, namazın batıl olur. Namazını Allah için kılacağını söyleyeceksin. Söylemezsen namazın batıl olur. 

Mesela Hanefî’lere göre, İmam Maturidi’ye göre, bir insan, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammederresûlullah” dese şahadeti tamamdır. İtimat ediyor. Fakat Şafi’ye göre, “Abduhû ve Resûluhû” demese Müslüman olmaz. Eş’âri’ye göre Muhammed Allah'ın hem kulu hem Resûlüdür. 

Bu çok üzücü bir olay, şöyle ki, Müslümanlar kendi kıldıkları namaza itinasız, özensiz, dikkatsiz davranıyorlar. Her namaz da miraç gecesi. Böyle binlerce Mirac’ı zâyi edip, senenin sadece bir gecesini ihya etmeye çalışmak... Tamam, bu gece miraç gecesi, bu geceye hürmet gerekli. Dedik ya o gece husûsi bir hal, husûsi bir rahmet, husûsi bir bereket olmuş. Âlemlerin Efendisi, Maşûğuna kavuşmuş. O gidiş gelişle yeryüzünde bir çok şey değişmiş. Ama bu hadiselerin mikroçipi namaza yüklenmiş. Adam namazı es geçiyor, günlük namazlara, farz olan namazlara dikkat etmiyor, gafletle geçiriyor ama o gece misal sabaha kadar namaz kılıyor. Miraç gecesinde bir sürü nafile namaz kılıyor. Güzel, Allah kabul etsin bu eleştirilmez ama ah ne olaydı farz olanlara da böyle itina gösterse, özen gösterse... Sabahı, öğleyi, ikindiyi böyle dikkatli kılsa, coşkuyla kılsa, severek kılsa. 

Yani Mirac gecesindeki halini bütün günlük namazlarını kılarken de takınsa çok daha farklı şeyler olur. Bu anlayışı Müslümanlığın aşması lazım. Dinlerini belli gecelere tahsis etmemeli Müslümanlar. Mirac gecesi, Kadir gecesi, Berat gecesi, Regaip gecesi... Bunlar için Cenâb-ı Hak “Leylen mübâreken” diyor. Mübarek gecelerdir, tamam. Bir husûsiyeti vardır. Ama sana bir ömür verilmiş. Senin her namazın böyle mübarek. Her namazın o gece gibi. Mirac gecesi gibi, Kadir gecesi gibi, Berat gecesi gibi... Dikkat etsene namazına, huşû ile, huzur ile kılsana... Abdestine, taharetine, tâdili erkânına, kıraatine dikkat etsene. 

Peygamber Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün mescide giriyorlar, bakıyorlar ki sahabenin birisi namaz kılıyor. Ama çok hızlı, rükunlar arasında hiç beklemeden kılıyor. Sahabi secdeye gittiğinde Sultan-ul Enbiya (Sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sarığını çıkarıyor o sahabinin ensesine koyuyor. Sahabi hissediyor, Cenâb-ı Peygamber kendisine ait bir şey koydu enseme ve secdeden kalkmaya korkuyor. Kalkarsam Peygamber’in koyduğu şey yere düşebilir. O da secdedeki tesbihini uzatıyor. Efendimiz’in koyduğu şeyi almasını bekliyor. Kendisi almaya da korkuyor... “Subhâne Rabbiyel âlâ, Subhâne rabbiyel âlâ...” Tesbihi uzatıyor, Efendimiz de almıyorlar sarıklarını. O durdukça, o huzur, o aşk secdeden kalkamıyor sahabi. Diğer sahabiler soruyorlar: 

-Kalkmayacak mı ya Resûllallah? 

-Hayır. buyuruyor, Âlemlerin Efendisi. Sahabe ruhunu teslim ediyor.

Şimdi insan namazı bu şuurla kılsa, başına neler konduğunu bilse, onu bekleyin şeyin neler olduğunu bilse... Vallahi hiç kalkmaz secdeden. Yem toplar gibi, tavuğun yeme vuruşu gibi başımızı yere koyuyoruz, hemen kalkıyoruz. İnsan her geceyi bu ruhla, bu şuurla geçirmeli. Hilal TV’de namazla ilgili programlar yapıyorlar, Namaz Platformu adı altında. “Biz namazımızı kılalım namaz da bizi kılsın.” diye bir ifadeleri var... Karşılıklı bir örtüşme var, bir bütünleşme var yani. 

Sual: Mirac’ın nasıl gerçekleştiğini kaynaklarımızdan öğrenebiliyoruz. Fakat asıl önemli olan, Mirac’ın nasıl gerçekleştiğinden ziyade niçin gerçekleştiğini anlamak olmalı herhalde? Mirac’ın niçin gerçekleştiğini biraz anlatabilir misiniz?

Cevap: Biraz önce de ifade edildiği gibi Mirac’ın bi hususi yönü var, bir de umûmi yönü var. Yani Allah (Celle celâluhu) ile Efendimiz (Sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında gerçekleşmiş bir hadise olması vesilesiyle tamamen husûsi. Bu husûsiliğe bir açıdan şöyle de bakabiliriz: Malûm Mekke-i Mükerrem’e dönemi Efendimiz için gerçekten çok sıkıntılı çileli geçti. Efendimiz nübüvvetini izhar etmeden önce şan/şeref sahibi bir kişiydi. -burada da belirtmek isterim, ‘Nübüvvetten önce’ ifadesi çok galat bir ifadedir. Nübüvvetten önce bir şey yok. Efendimiz Nebî olarak yaratılmıştır. Doğumunda Peygamberdir. O’nun peygamberliğinden evvel bir şey yok. Peygamberliğini izhar edişi var, açışı var, ilan edişi var. İlan etmeden önce, ilan ettikten sonra. Nübüvvetini zahir etmeden önce, zahir ettikten sonra. Bütün peygamberler, peygamber olarak yaratılmışlardır, sonradan peygamber olmamışlardır. Bunun için bütün hatiplerimizin bu galat ifadeyi değiştirmeleri lazım. Cenâb-ı Hak kâinatı hiçbir zaman diliminde Nebî’siz bırakmamıştır, Peygambersiz kalmamıştır kâinat.- 

Efendimiz nübüvvetini izhar etmeden önce şan/şeref sahibi, emin, güvenilir, hatırlı bir kişiydi. İçinde yaşadığı toplumun efendisiydi, eşrefiydi. İçinde bulunduğu toplumun ezberini bozunca bir anda O’na karşı cephe alındı. -Hâşâ- Sanki toplumun en şerlisiymiş gibi gösterilmeye çalışıldı. Birçok sıkıntıya maruz kaldı. Yakın gibi görünen arkadaşları, akrabaları yüz çevirdiler. Kur’an’ın âyetlerine baktığımızda, amcası Ebu leheb yengesiyle birlikte yapmadıkları eza u cefayı koymadılar. Taif’de akrabalarının verdikleri eziyet, O’nu taşlamaları. Taif’dekiler akrabaları idi Efendimizin. Hüzün senesi diye bilinen Hatice annemizin ahireti şereflendirmesi, arkasından amcası Ebu Talib’in vefatı, vahyin üç sene kadar sırlanması/kesilmesi, Müslümanlar’a ekonomik ambargo uygulanması gibi birçok sıkıntılar yaşadılar. Bunların hepi o günlere rastlar. Adeta bütün bu sıkıntıların, çilelerin, meşakkatlerin sonuna doğru Cenâb-ı Hak Efendimiz’e -la teşbih ve la temsil, teşbihte hata olmaz- “Sen iyi bir tatili hak ettin. Güzel bir hediyeyi hak ettin,” dercesine o mahzun gönlünü, o hüzünlü gönlünü mesrur etmek/sevince boğmak için Mirac’ı nasip etmiştir. Mirac’ın bir sebebi bu. Resûlullah’ı teselli için. Çok özel bir teselli. Hiç kimseye, hiçbir peygambere nasip olmamış bir hediye vermiştir Cenâb-ı Hak. Bu da Efendimizin kıymetini gösterir. Bu Mirac’ın husûsi yönüdür. 

Ama Cenâb-ı Hak bu hadiseyi, iki varlığın arasında yaşanmış bu hadiseyi, döndükten sonra anlatmasını emrederek ve Kur’an’da bunu zikrederek alenileştirmiştir. Sanki ifşa etmiştir bu sırrı. Mevlâ'mız İsra Suresi’nin ilk ayetiyle ve Mirac’la ilgili Kur’an-ı Kerim’deki diğer ayetlerle bunu Cenâb-ı Hak bu sırrı ifşa etmiştir. Öyleyse bu hadisenin Efendimiz’in şahsıyla olduğu kadar ümmetle de alâkalı yönleri vardır. İşte niçini burada. Mirac’ın niçin olduğu burada. Nasıl olduğu malum, niçin olduğu önem arz ediyor bizim için, İnsanlık için.

Bu bütün insanlığa bir çığrın, bir yolun açılması. Şimdi -bazı misaller vereceğim. Meselenin basitleşmesinden de korkuyorum. Allah'a sığınırım.- Aralarında alış-veriş olan, birbirleriyle ticari ilişkileri olan veya özel bir ilişkileri olan, olan insanların bu meseleleri telefonda görüşerek halletmeleri farklı olur yüz yüze gelip, birebir konuşmaları, dertleşmeleri, halleşmeleri, pazarlıklaşmaları daha farklı olur. Cenâb-ı Peygamber, sürekli ümmeti için dua eden, yalvaran bir insandı. Dua bir nevi telefon görüşmesi gibi. Ama bir de gidip yüz yüze görüşerek, ümmeti için daha fazla avantajlar alması, imkânları genişletmesi, çok daha farklı olmuştur. Bunu belki Cenâb-ı Hak da biliyor. Bahane/vesile halk ediyor. Deniliyor ya, ‘Allah'ımız bahane Allah'ıdır.’ Sebeplere bakar. Mirac’ı da buna bir sebep halk ediyor ve bütün insanlığa adeta bu kapı açılıyor. Bunun için ayeti kerimede de bize buyuruyor ki, ‘siz de bu namaz yolunu deneyin.’ Allah’tan namazla ve sabırla yardım isteyin. İsteklerinizi, Allah ile olan meselelerinizi, alış-verişlerinizi namazla yani miraçla halledin siz de. Namazda Cenâb-ı Hak ile yüz yüze gelirsiniz. Pazarlığınızı orada yapın. Çünkü namaz bir yönüyle dua, bir yönüyle zikir, bir yönüyle hizmet, bir yönüyle vuslat, bir yönüyle gurbet bir yönüyle hicret. Bütün değerler var. Cenâb-ı Hak bunun için diyor ki ‘namazı kullan.’ Sanki bu çok özel bir hat. Ben askerde santralciydim. Yıldız hattı diye bi hat vadı, Tugay komutanına aitti. O hatta kimse giremezdi. Sürekli açık saklardık çünkü Genelkurmay’dan çok özel emirler, özel haberler gelebilirdi. Namaz da böyle bir yıldız hat. Allah'ımızın bizimle görüştüğü özel hat. Siz, ‘bunu kullanın’ buyuruyor. Bu hattı kullarına ayırmış. Namazla dua edin. Misal iki rekât hacet namazı kılın, dua edin. İki rekât istiğfar namazı kılın. Meseleye göre. Eğer bir müşkülünden dolayı yalvaracaksan, irtibat kuracaksan hacet namazı. Günahından dolayı yalvaracaksan, istiğfar namazı kıl. Nimetlerine teşekkür etmek içinse, şükür namazı kıl. Güneş tutuldu, ay tutuldu küsuf namazı kıl. Yağmur için rahmet talep edeceksin istiska namazı kıl. Bir müşkülünü danışacaksın, istihare namazı kıl... Her şey için bir namaz belirlemiş. Namaz bir hat, Allah ile sürekli açık durması gereken bir hat. Sürekli açık durması, başka bir şeyin karıştırılmaması gereken bir hat. Mirac bunun için gerçekleşmiş sanki. Cenâb-ı Hak özel telefonunu, özel hattını, Resûl-i Ekrem vasıtasıyla bizlere bildirmiş ve o yol bize açılmış. O yol bize namazla açılmış. Yani onun kodlanacak şifresi, giriş kartı namaz. Mirac bize bunu sağlamış. 

Bunun için insan nerede ne yapacağını da bilmesi gerek. Bu namazlar, yani farzlar ve nafileler kulu Allah'a yaklaştıracak. ‘Nafileler yaklaşır, farzlar vasıl olur’ buyrulmuş. Allah’a yaklaşınca tutan eli, gören gözü, işiten kulağı olacak Cenâb-ı Hak. Kulun Cenâb-ı Hak’tan namaz karşılığında alamayacağı bir şey yok. ‘Ud’unî isteciblekum.’ Dua edin. Zaten namazın/salâtın kelime anlamı dua demek. Namaz da bir dua. Hem de belki birçok duanın özü. Bu ayetle vaat ediliyor, namaz kılın, icabet edeceğiz, buyuruyor Cenâb-ı Hak. Yani isteğinizi verecez. Namaz kılın, namazla isteyin. Belki sabır da gerekebilir, onun için de sabrı tavsiye ediyor. ‘İsteînu’ Allah’tan isteyin, ‘bissabri’ sabırla, neticeyi bekleyin yani. Geç yapar güç yapmaz lihikmetin. ‘vessalâh’ namaza devam edin, netice gelecek. Ne kadar? İhlâsın kadar, samimiyetin kadar, yakınlığın kadar, isabetin kadar cevap gelecek. Mirac bize bunları getiriyor. ‘Niçin’inde bunları görüyoruz. Yoksa biz hiç bilmediğimiz, görmediğimiz bir şeyi ne yapabiliriz ne isteyebiliriz. Mirac’la bunu bize göstermiş Cenâb-ı Hak. Mirac’ın nasılına baktığımızda, Kâinat’ın Efendisi böyle anlatıyor. Âdem (Aleyhisselâm) O’na diyor ki, bu kadar teklifi benim ümmetim yerine getiremedi, zor gelir. Efedimiz tekrar gidiyor. Geri geliyor. Nuh (Aleyhisselâm), İbrahim (Aleyhisselâm), Musa (Aleyhisselâm), Davud (Aleyhisselâm), İsa (Aleyhisselâm) müdahalede bulunuyorlar. Bir gidiş/geliş var. Namaz ilk farz olduğunda, Efendimiz’in Mirac’tan getirdiği namaz iki rekattır, dört rekât değildir. Namazın farziyyeti ikidir. Zammi sûresiz kıldığımız iki rekât, Resûlullah’ın farzıdır. Onları, Resûlullah (Sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ilave etmiştir. O rekâtlerdeki tekerrür de gidiş/gelişlerdir yani. Hacetimizi teyit ettirir. Her rekâte kalkışta baştan, Fatiha’dan başlıyoruz. Eğiliyoruz kalkıyoruz Fatiha’dan başlıyoruz. Tekerrür var. Sema katmanlarından Sitretü’l Müntehâ’ya gidiş/geliş var. Bu hem şevkten dolayı ayılamama, arzunun şiddetinden gitme hem de adeta her gidişte farklı hacetlerin hallolması var. Demek ki bir mümin her rekâtte bir makam alabilir. Namazda, her rekâtinde farklı bir halle hallenebilir. Farklı bir müşkülü halleder. Namazını tam ikame ederse ama. Namazda Cenâb-ı Hak’la çok sıkı pazarlıklara girişebilir. Farzla Rabbi’ne yalvarır, secdede ağlar, sızlar isteğini koparır. 

Biz, namaza borç diye baktığımızdan sanki bir borçlunun alacaklısına hemen parayı ödeyip kaçmak istemesi gibi namazımızı kılıyoruz. Şükür bitti, bir an evvel uzaklaşayım, diye bakıyoruz. Böyle olmamalı. Borç öderken bile nezaket gerekir. Misal borç aldığın kişiye dua edersin. Arkadaş paranı kullandım, müşkülümü hallettim, Allah razı olsun senden. Bana büyük yardımın oldu. Cenâb-ı Hak keseni bereketlendirsin gibi, teşekkür etmemiz gerekir. Bu nezaket icabıdır, insanlık gereğidir. Adam sana yardım etmiş. ‘Al paranı haydi bana eyvallah.’ demek görgüsüzlüktür, saygısızlıktır. 

Şimdi Cenâb-ı Hakk'a karşı da sanki böyle yapıyoruz. Bir an evvel kılıp borçtan kurtulduğumuzu, borcumuzu bitirdiğimizi zannediyoruz. Acaba bitiyor mu? Belki borcu kesiyoruz ama, oluyor mu?

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR