KULLUK ANCAK EFENDİMİZDEN (S.A.V) ÖĞRENİLİR

Sual: Efendim, bizim bu dünyaya gönderiliş maksadımız Allah’a kulluk… Ayeti kerimede de Cenâbı Hak meâlen: “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Hakk’ın memnun olacağı, yaratılış gayesine uygun bir kulluk nasıl olmalı?..

Cevab: Yaratılış gayesi hepimizin malumu. Kâinattaki her zerre illa ve illa Allah için vardır. Allah için olmanın dışındaki bütün anlayışlar ya bire bir şirktir ya şirke kapı açmaktadır. Allah esirgesin, neticesi oraya gidecektir. Bunun için insan bu gayeyi mutlak anlamda, hem inanç olarak hem anlayış olarak içine oturtmalı…

Bunun amelî boyutunda, ifade ettiğiniz “nasıl bir kulluk” için de Cenâbı Hak tek kelime ile Sultanu’l-Enbiyâ’yı gösteriyor. Biz kulluğun bütün safhalarını, kul olmanın gerekliliklerini, icabatını Sultanu’l-Enbiyâ Aleyhi’s-Selâtu Ve’s-Selâm’ın yaşayışından öğreniyoruz. Bu yaşayış birebir kendi yaşantısı… O’nun ifa ettiği veya yaşanılmasını istediği her türlü şey… 

Biz sünneti üçe ayırıyor, üç bölümde ele alabiliyoruz: Fiili sünnet, kavli sünnet, takriri sünnet. Fakir, bu “sünnet” ifadesinin üstünde çok durmaya çalışıyorum. Sünnet deyince toplumumuzun aklında farklı anlayışlar oluşuyor. 

Misal, “Sünnet nedir?” diye sorulduğunda; sarık, sakal, misvak, taşlı yüzük kullanmak, Anadolu tabiriyle entari veyahut şalvar giymek sünnettir, denilebiliyor… Bunlar münferit sünnetler, Peygamber’den bize intikal eden güzelliklerdir. 

Ama İslâm ıstılahında, İslâm’ın özünde sünnet kavramının ifade ettiği şey bunlar değil. Biz sünnete sadece çıplak gözle, belli eşyalar, kullandığımız belli araç, gereçler olarak bakarsak hayatımızda müthiş bir boşluğa düşeriz. Ve bu sefer bu boşluğu başka yerlerden, tabirimi mazur görün, sokakta bulacağımız şeylerle doldurmaya kalkar, o boşluğu tamamlamaya uğraşırız. Bulduğumuz şeyler ya bid’at, ya dalâlet, Allah esirgesin ya ric’at ya da farklı şeyler olur ve hayatımız felç olur. Farkında olmadan İslâm âdâbından, ahkâmından, ahlâkından uzaklaşırız. Bugün dünya Müslümanlarının hayatı böyle dumura uğramış, bozulmuştur.

İslâmıstılahındaki sünnet kavramı, ferdi meselelerin dışında dinin yanmış hâli, yaşanılmış şeklidir. Dinin tafsilidir. Dinin tafsilatlı haline sünnet denilir. Biz ahkâm-ı Kur’âniyye’nin bütün açılımlarını sünnet sergisinde görebiliriz. Yoksa İslâm’ı anlayamayız. 

Meseleye böyle bakmaz, biraz önce de dediğimiz gibi sadece belli şeyleri sünnet kabul eder, böyle algılarsak sünneti çok basite indirmiş oluruz. Ve bu bizim Allah Resûlü’nü hiç tanımadığımızı gösterir. Bu sefer; “Sakal sünnet. Bıraksan da olur, bırakmasan da olur…” anlayışı gelir. Sarık sünnettir ama kimi de çıkar der ki; “Bu Arap örfüdür. O günün şartlarında güneşten korunmak, sıcaktan sakınmak veya esen kum fırtınalarına karşı vücudu muhafaza etmek için bu tip şeylere ihtiyaç olmuş, bunlar kullanılmış. Bugün bizim memleketimizde böyle durumlar yok; böyle aşırı sıcaklar, öyle kum fırtınaları yok. Veya bunun vazifesini görecek farklı kıyafetler var, onları kullanırız.” Böyle bir mantık üretilebilir. Bu mantığı doğru olduğu için söylemiyorum, mesele basitleşince elimizden gidiverir. 

Ama sünneti bir bütün olarak algıladığımızda ve sünneti dinin yaşanmışlığı, dinin tefsiri, dinin tafsilatı olarak gördüğümüzde o bütünlüğün içinde bunların olmazsa olmaz yerleri olur. O bütünlüğün içinde sarığın, sakalın, misvağın bir yeri vardır… Diyelim ki sen bir makinada bir civatayı oynatsan, bir somunu söksen; “Ya buna da ne gerek var?” desen, o makinada arızaya sebep olursun. Bir somunun, bir civatanın bile o makine, o motor üstünde çok ciddi bir önemi, vazifesi olabilir. Bütün bakacağız. Bu anlamda diyoruz ki sünnet, dinin yaşanmış halidir… 

Sünneti üçe ayırıyoruz dedik; fiili, kavli ve takriri. Sultanu’l-Enbiyâ tarafından bizzat yaşanılmış şeyler “fiili sünnetler”; yaşanılmasını istediği, tavsiye buyurdukları “kavli sünnetler”; yaşanılanı beğenmesi, kendi yapmamış, “Yapın!” diye buyurmamış ama misal seni yaparken görmüş engel/mani olmamış ve hoşnut da olmuş, “Ne güzel yapıyorsun.” buyurmuş, bu da “takriri sünnet”…

Biz kulluğu bu üç bölümde görüyoruz, bu üç pencereden seyrediyoruz. Ve Cenâbı Hak bize bu pencereleri ardına kadar açıp bunlardan kulluğu öğrenmemiz, talim etmemiz için Kâinatın Efendisi’ne bakmamızı emrediyor ve ayeti kerimede buyuruyor:

“De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız Bana ittibâ edin ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (el-Âl-i İmrân: 2/31)

“…Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun…” (el-Haşr: 59/7)

“Andolsun ki, sizin için Resûlullah’ta bir güzel nûmune-i imtisal vardır, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çokça zikreden zât için.” (el-Ahzab: 33/21)

İşte biz “Nasıl bir kulluk?” dediğimizde, tek kelime ile muşahhaslaştırdığımızda veya şekilleştirdiğimizde ortaya Hazreti Muhammed çıkar (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). A’sından Z’sine biz kulluğu O’ndan öğreneceğiz. 

Biz kulluk deyince de meselenin sadece uhrevî yönünü ele alıyoruz. Biz Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) ne öğrenebiliriz? Biz O’ndan namazı, abdesti, orucu, zikri… öğreniriz. Tamam da sade bunlar mı? Hayır… Biz O’ndan ticaretin, ziraatın, zanaatın ölçülerini öğreniriz, öğrenmek zorundayız. Korunmuş, sevilmiş, methedilmiş bir ticareti, aynen namaz gibi, O’ndan öğreneceğiz. O’nun ticari öğütlerinin, anlayışının, uygulayışının dışındaki bütün ticaretlerden elde edeceğimiz kazançlar haramdır. Çünkü o kazançların içinde mutlak fâiz vardır, şüpheli vardır. 

Biz, bugün gündemimizde olan aile hukukunu; çocuklarımıza baba ve saygın bir ev reisi olmayı, bir eş ve itaatkâr bir hanımefendi olmayı, evlat olmayı, etrafımızla komşuluk ilişkilerini, edip bir talebe, müşfik bir muallim olmayı hâsılı İslâm olmayı ve insan olmayı O’ndan öğreneceğiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). 

Biz buna sünnet diyoruz, buna kulluk diyoruz. İşte bu anlamda, hayatın bütün alanlarında, yönlerinde “Biz’den yüz çeviren, Bizim usulümüzü uygulamayan, Bizim âdetimize, âdâbımıza, ölçülerimize uymayan Biz’den değildir.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. “Bu bizden değildir”in Türkçe’si “Müslüman değildir!” demektir. Muhammedî bir hayatın dışında kendisine bir hayat oluşturan, bir hayat felsefesi geliştiren ve bunu arzulayan, kendisine göre kulluk belirleyen Müslüman değildir. 

Üç sahabî, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evde gizlice yaptığı ibadetleri öğrenmek amacıyla Efendimiz’in hanımlarının yanına gittiler. Efendimiz’in evde yaptığı ibâdetleri öğrenince bunu azımsadılar ve:

-Biz, Allâh’ın Rasûlü gibi miyiz? Allah, O’nun olmuş ve olacak bütün günahlarını bağışlamıştır, dediler.

İçlerinden biri:
-Ben yaşadığım müddetçe, geceleri hiç uyumayacağım, hep namaz kılacağım, dedi. 

Bir diğeri:
-Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, dedi. 

Üçüncü sahabî ise:
-Ben de kadınlardan uzak duracağım, hiç evlenmeyeceğim, dedi.

Bir müddet sonra Peygamber Efendimiz, onların yanına geldi ve kendilerine şunları buyurdu:
-Bu sözleri söyleyen sizler misiniz? Bakınız, Allâh’a yemin ederim ki, içinizde Allah’tan en çok korkan ve en çok takvâlı olanınız bulunuyorum. Fakat Ben bazı günler oruç tutar, bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim Benim bu sünnetimden (hayât yolumdan) yüz çevirirse, o Ben’den değildir…

Bunlar sahabi. Sözde Efendimiz’in hayatına bakarak kendilerine bir usul belirliyorlar. Birisi diyor ki: “Ben hiç gece yatmayacağım.” Öbürü diyor; “Ben gündüz hiç yemeyeceğim.” Öbürü diyor; “Ben dünyaya bulaşmayacağım…”

Hayır, Allah Resûlü her şeyin ölçüsünü belirliyor. Ölçülü olduktan sonra dünya da Allah’ın mülkü, ahiret de Allah’ın mülkü. Biz hepsinden bize ne nasip düşüyorsa onu almakla yükümlüyüz. Ve Efendimiz buyuruyor ki: “Ben gecenin bir kısmını uyurum, bir kısmında ibadet ederim. Yani bir kısmını da istirahatle geçiririm. Ben sürekli oruç tutmam; kâh yerim, kâh oruç tutarım. Ben evlenirim, çoluk çocuğum var ve eşlerimin de hukukuna riayet ediyorum…”

Zühd, takva anlayışı insanın kendisine bırakılmamış. Gerçek takva olmak demek ölçülere riayet etmek demektir, muhteremler. Takva, Hazreti Kur’ân’ın ve Hazreti Peygamber’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) belirlemiş olduğu ölçülere göre yaşamaktır. Bunun dışına çıktığınızda bu ifrattır, tefrittir. İslâm’da bunun yeri yoktur. 

Misal bir insan ben takva olacağım diye üç rekât emredilen akşam namazını dört rekât kılsa, iade etmesi gerekir. Bazı Müslümanlarda bu anlayış var, görüyoruz, adam diyor ki: “Şimdi hayat o kadar kolay, niye ben seferi namaz kılayım ki?” Namazı kasretmiyor, dört kılıyor. Sözde bunu takva olduğu için yapıyor. Bu takva değil aşırı gitme, ileri gitmedir. Niye? Allah “kasredin” buyuruyor. Takva, emre riayettir. 

Sen şimdi mantıken düşünüp “Ya o günün şartlarına göre bugün şartlar kolaylaştı, altımda araba, keyfe keder seyahate çıkmışım, istediğim yerde dururum, her yerde abdest şartları mükemmel, rahat abdest alabiliyorum, vakit de benim elimde, acelem de yok, ben dört kılacağım…” diyemezsin. Bu takva değil, bu ifrat…

Veya bunun zıddı, tefrit… “İslâm seferde, zor durumlarda cem’e müsaade etmiş, ben namazları cem edeceğim.” Bu anlayış da var günümüzde. Ben yolculukta namazları birleştireceğim. Yok… O şartlar da oluşmadan İslâm buna izin vermiyor. İslâm bize kendi kafamıza, kendi reyimize göre ölçü koyma yetkisi vermemiş.

Biz bu yüzden diyoruz ki, “Nasıl bir kulluk?” denilince Hazreti Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) ve O’nun hayatı, ahlâkı, sünneti, adabı, şeriatı, tarikatı diyoruz… Her şeyimiz O’nunla ilintili olacak. Bizim bütün yollarımız, kurgularımız, planlarımız, projelerimiz mutlak Hazreti Muhammed’e (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) sunulacak, adeta onay alınacak, O imzalayacak. O zaman o şeyin tatbik hükmü, tatbik hakkı, hayati bir değeri olur. Uygulamaya layık olur ve o ibadet, ameli salih olur, kulluk olur… O’na imzaya çıkarmadığımız, O’nun onayına sunmadığımız her şey reddedilmiştir. Sen bunun adına ne dersen de; buna kulluk de, hizmet de, cihad de, dava de... dilin kemiği yok. İstediğini söyleyebilirsin ama dediğim gibi adeta onu anlamlandıran şey altındaki Muhammedî imza (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm)…

Kulluk böyle bir kulluk…

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR