İNSANIN SAADETİ GÖNLÜNE YÖNELDİĞİ ÖLÇÜDEDİR

Sual: Efendim, günümüz insanlığında stres hastalığı çok yaygın. İnsanlar da bu stresten kurtulup rahatlamak için kendilerine çeşitli meşguliyetler buluyorlar. Mesela sizin “Asrın altın buzağısı!” olarak tanımladığınız teknoloji, bilgisayar oyunları, aşırı internet bağımlılığı insanların kendilerini meşgul etmek için kullandıkları aktivitelerin başlıcaları. Yine bunun gibi televizyon izleyerek, spor yaparak kendilerini rahatlatmak isteyen kişilere sıklıkla rastlıyoruz. Acaba stresten kurtulmanın, rahatlamanın yolları bunlar mı olmalı? 

Cevap: İnsanların kimi spor yaparak rahatlıyor. Herhangi bir spor yapamıyorsa yürüyüşe çıkıyor, çatlayana kadar geziyor. İnsan yaptığı spor esnasında ya kafasına taktığı bir şeyi çözmek istiyor ya unutmak veya kendini unutmak istiyor. Kimi yiyerek rahatlamak istiyor. Canı sıkıldı mı, sinirleri gergin oldu mu alıyor yanına bir harman çekirdek veya kuruyemiş yiyor. Yani ne yediğinin de farkında değil, dille ağız arasında gidip geliyor. Rahatlama, kendini avutma, dağıtma adına habire yiyor. Kimine bakıyorsun deniz kenarına gidiyor. Orada taşları eline alıyor halka halka sektirmeye çalışıyor. O halkalara bakarak sanki içinden bir şeyler bırakmış gibi hissediyor. Kimisinin çenesine vuruyor; konuşmaya başlıyor, dil içeri koymuyor. Adam rahatlama adına saatlerce konuştukça konuşuyor. Demek istediğim herkesin arkasına saklandığı bir kaçış süreci/şekli var. Hâlbuki insan Allah’ın zikrine yönelmeli, düzenli bir şekilde kendini tekâmül ettirmeye çalışmalı. Misal insan, imkânı varsa birebir insan sesinden dinleyerek, yoksa bir teybe güzel bir ilahi koysa; veya Abdussamed, Mustafa İsmail, Abdurrahman Sadien gibi meşhur bir hafızdan Kur’ân-ı Kerim dinlese, duyguları harekete geçse… Ondan sonra güzel bir kitap alsa anlayarak okumaya çalışsa, gönlü tamamen sürülmüş, havalandırılmış, affedersiniz, gübrelenmiş bir toprak gibi olur. Gönlü hallaç pamuğu gibi atılır, müsait bir hale gelir. Ondan sonra tesbihini eline alsa bu gönle ekmeye çalışsa… Hûşû ile huzurla samimi istiğfarda bulunsa, Allah’a yalvararak, aşkını ümit ederek, O’nun merhametinin genişliğini hissetmeye çalışarak “Estağfurullah el Azim!” dese; ondan sonra “La ilahe illallah!” deyip bu mübarek kelimeye yüklense… Bazı tohumları ekerken bir çubuğu toprağa bastırıp deler, sonra tohumu o deldikleri yere atarlar. Ne kadar derine inerse o kadar mümbit olur. O kelime-i tevhidi adeta böyle, gönlünün derinliklerine darbederek, içten gözyaşı ile birlikte dese. Yani; “Sen benim Sahibim’sin, Halıkım’sın, Rabbim’sin… Şimdi beni kime bırakıyorsun? Ben düşmüşüm, ben bitmişim, ben perişanım. Sen bana sahip çıkmazsan bana kim sahip çıkar? Benim sahibim Sen’sin. Beni bu dünya çirkefi içinde, bu kîl u kâl içinde bırakma!” dercesine, bütün iştahıyla yalvararak “La ilahe illallah, La ilahe illallah…”  dese… Ondan sonra salât-u selama devam etse. Adeta tohum ektikten sonra çok kuvvetli olmayan nisan yağmuru gibi derûnu etkileyecek bir yağmur mesabesinde;  “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.” dese. En kısası böyle, Peygambere salât-u selam getirerek ektiği tohumu rahmet, muhabbet, ülfet, ünsiyet yağmurlarıyla sulasa… 

Böyle bir insan o zaman ne umar da erişemez, ne ister de alamaz, ne arzular da olmaz ki… Yürüyüş yapmak gerekiyorsa kalbine doğru yürü, hakikat râhında yürü. Ne güzel bir yürüyüş… Hulusi Efendi buyurmuş ya “Bilmem ki sen nesin gönül…” Gönlü tanımaya çalışmak lazım. Her şey orada olup bitiyor. Yürüyüşse gönülde yürü, bir şey seyredeceksen, gönül aynasından O’nun sanatını seyret. Kanal bir kanal gezeceğine gönlüne yönel, O’nun hikmetlerini, kudretlerini, sanatlarını seyret. Bir şeyler tıkınacağına istiğfar ederek kendini temizle, arındır bütün dertlerinden, sıkıntılarından kurtar. O sana görünmezden, bilinmezden kapılar açar, hazineler ikram eder. Allah’tan uzak kaldığımız sürece, Allah’a yaklaşmadığımız, yakın durmadığımız sürece tehlikelerin, fitnelerin, zorlukların ardı arkası kesilmeyecektir. Birini düzeltsen başka biri başlayacak, O’nda ‘yok’ yok ki. Sen bir şeyi düzelttim, rayına oturttum diyeceksin, önüne başka bir engel çıkaracak arkadakini de bozacak. Geriye baktığında bütün yaptıkların bozulmuş... Dünyanın ‘ne mutlu’su olmamış, dünyanın ‘ne mutlu’su yok…

İnsan Allah’tan başka neye inanıyorsa, o inandığımız şeyler cahilliye dönemindeki helvadan putlardan veya bugünkü totemcilerin totemlerinden başka bir şey değil. Bunlar kendi vehimlerimiz, kuruntularımız, karamsarlıklarımız… Bunlarda ümit ışığı arıyoruz. Bunlarda nasıl bir çıkış yolu bulabiliriz ki? Gelişmesi/oluşması fani bir varlığa muhtaç olan eşya ve hadiseden yardım/medet ummak, tesirci zannetmek, kurtuluş gibi görmek, bunlara bel bağlamak… Misal düşünün ki milyarların olsa gidip onları kuruyemişe, çereze, oyuncağa vesaire harcasan. Bir tane ayıcık alsan, bir tane ağlayan, bir tane gülen bebek alsan bu akıl kârı mı? Adama demezler mi ki bu kadar parayı ne yaptın? Bunlar ne?.. İnsan akıl sermayesini, iman sermayesini, hayat sermayesini bu denli fani şeylerden medet umarak, fani hesaplarda harcamamalı. Kendisini yaratanıyla, yaşatanıyla irtibat kurmaksızın, O’nunla bir diyaloga geçmeksizin, O’nun rızasını düşünmeksizin bir an bile geçirmemeli. Misal bu evin bir sahibi var ve ben de kiracıyım. Ben kalkıp bu evde kendi kafama göre, ev sahibine sormadan tadilatlar yapıyorum. Üstelik bununla da ev sahibime hak iddia etmeye kalkıyorum ve diyorum ki “Ben bunları yaptım, bunların masrafını kiradan düşelim.” Adam demez mi ki “Bunları yapmadan bana sordun mu? Ev benimdi niye bozdun benim evimi? Ben bunları kiraya saymam. Başka bir eve de taşınırken ben bunların hiç birisini istemem, evimi eski haline getireceksin…” Hukuken de hiç bir hakkımız yok, saydıramayız. Yani bir başkasının mülkü üstünde benim tasarrufta bulunmam, hak iddia etmem ne kadar mantıksız ne kadar anlamsız değil mi? 

Şimdi bu mülk Allah’ın mülkü, bu beden Allah’ın. Ben Allah’ın mülkünde, Allah’ın rızasını gözetmeksizin, O’nun emrini dinlemeksizin bir tasarrufa kalkıyorum, işlere girişiyorum… Girişiyorum ama mülkün sahibi bu konuda ne diyor? Derse ki; “Ben bu yaptıklarını kabul etmiyorum, mülkümü sana teslim ettiğim gibi istiyorum.” Ne diyebilirsin? Kul O’nun rızasını gözetmek istiyorsa, O yeryüzünde kendine bir vekil tayin etmiş. Demiş ki benim mülkümde benim adıma söz söyleme yetkisi ‘peygamberime’ aittir. O beni temsile memurdur. O’nun sözü Benim sözümdür.  O’na bakacak, O’na danışacak, O’na uyacak. Hayatını O’nun verileri ile şekillendirecek ki yarın mahcup duruma, borçlu duruma, haksız duruma düşmesin. 

Allah’ı anmadan, O’na ibadette bulunmadan, O’nu zikretmeden, fikretmeden, O’na şükretmeden hayatımızda nasıl bir çıkış yolu düşünüyoruz? Nasıl bir kurtuluş ümit ediyoruz? Böyle olmadı mı yaptığımız her şey zarar veriyor bize, psikolojimiz bozuluyor, cinnet noktasına geliyoruz. Yuvamız dağılıyor, ailemizden, akrabamızdan kopuyoruz. Her şey birbirine giriyor. Büyük konuştuğumuz, iddia ettiğimiz, dava ettiğimiz şeyler tersyüz olarak karşımıza çıkıyor, ayağımıza dolanmaya başlıyor. Hâlbuki insan düşünen bir varlıktır. İnsan fikirden ibarettir. Düşünse ki, “Niye ben bu kadar yükün altına gireyim? Kaldıramayacağım yükün altına niye gireyim? Benim Bâkî olan, Ebedî olan, Sermedî olan bir Allah’ım var. O’nun yanında her şey taptaze, turfanda. Hiçbir şey eksilmiyor, hırsa ne gerek o zaman. İhtiyacım olduğunda ben Allahım’dan isteyeyim, O taptaze, yepyeni, tertemiz, sürekli bana lütfetsin, ikram etsin. Ben kanaatkâr olayım, yeter demeyi, şükredebilmeyi bileyim. O’nun yanında eksilmiyor ki…” 

Şimdi misal İstanbul’da aşırı bir kar yağsa bakıyorsun herkes evine yığınak yapmaya başlıyor; un alıyor, şeker alıyor, pirinç alıyor, piyasayı bir anda allak bullak ediyorlar. Bunun sebebi ne? Bir gün kar yağmış, ertesi gün eriyecek. Ama insan endişeye kapılıyor ki; bulamam. Bakkalda, fırında ekmek kalmaz. Bir korku, bir endişe... Bir iki gün evinden çıkamadığını düşün, evinde idare edecek hiçbir şeyin yok mu? Evinde undan ekmek yap, gözleme yap, bazlama yap… Aşırı bir stoklama başlıyor. Peki, bu neden oluyor? Allah’a    güvensizlikten. Bahanesi de “Canım bu tedbir…” Bu tedbir değil. Tedbir farklı bir şey. İnsanın bütün hayatı böyle bir hırs üzerine kurulmuş. Gücü yetse, hâşâ, Allah’tan da bir şeyler kaçıracak. Sonra bakıyorsun ki yığdığın, sakladığın, tedbir dediğin hiçbir şey sana çare olmamış. 

Cenâb-ı Hak, “Düşünesiniz diye!” buyuruyor. Ah bir düşünebilsek… Düşünüyoruz da hep kendimizi düşünüyoruz. Hâlbuki Cenâb-ı Hak “Düşünmez misiniz, düşünesiniz”… diye buyururken kendi zatını, sıfatını,  kudretini düşünmemizi istiyor. Kendisinin bizim hayatımızdaki yerini, konumunu, etkisini düşünmemizi istiyor. Kimse Allah’tan çok merhametli olamaz, kimse Allah’tan zengin olamaz, kimse Allah kadar ikramsever/yardımsever olamaz… Bütün mesele Allah ile hoş geçinmek, Allah’ı razı edebilmek. Bunun dışında bir şey yok. Bunun dışındaki her şey elinin altında, O dilerse her şeyi tesbih gibi dizer. Senin bütün işlerini, yapman gereken şeyleri hikmet ipine tesbih gibi dizer, birine asıldıkça öbürü gelir. Sen yeter ki O’nunla meşgul ol. Ara sıra hikmetinden, cilvesinden sıkıntı verir, bunlar önemli değil, yani tesbihte taneleri çekerken arada müezzinler de gelir. Bu da o tesbihin güzelliğinden, bütünlüğündendir, düzenini, akışını bozmaz. İmtihanlar da o müezzin yerindedir. İnsan aceleci olduğu için ne şer ne hayır bunu anlayamıyor. Sana hayır gibi görünen şeyin içinde şer gizlidir, şer gibi görürsün bakarsın içinde muazzam bir hayır yatıyordur. “Aceleci olma!” buyuruyor Cenâb-ı Hak, sabırlı ol. Hak ile düzen içinde yürü, Hak’la birlikte yürü. Sadece aklın sana kılavuz olmasın; vahyi ilahi sana kılavuz olsun. Kur’ân senin kılavuzun olsun, Hz. Muhammed (Aleyhisselâm), O’nun dostları senin kılavuzun olsun. Onlarla yürü. Sırf kendi nefsinle, kendi aklınla, kendi arzunla yürüme. “Şu yoldan gidersem daha çabuk giderim.” diye düşünüp de Cadde-i Kur’ânîye’yi bıraktığında senin kese yolun ya bir dağın eteğine geliyor ki, oradan öteye yol yok; ya da bir uçuruma geliyor, oradan aşağı yol yok… 

Arkadaşlar insan onuruyla, kibrini/gururunu birbirine karıştırıyor. Onur farklı bir şeydir. Evet, insan onurlu bir varlıktır. Onur, insana tâc olabilir ama gurur öyle değil. Gurur yerilmiş, zemmedilmiştir. İnsan onur yerine gururla hareket edip gururunu düşününce, gururu başına dert oluyor. Bundan Allah’a sığınırız. Hepimiz nefis taşıyoruz. Ama bazı kişileri, bazı olayları görüyorum, gururdan mütevellit olmuş şeyler. Yani bakıyorum arkadaşımın başına bir iş gelmiş ama salt, sade bir takdirden değil. Kişilerin dahli olmadan başlarına bir şey gelir, bu Allah’ın imtihanıdır, hepimiz imtihanı kazansın diye ona yardım etmekle mükellefiz, bu da hayırda bir yardımlaşmadır. Ama bazen de bakıyorum ki insanın başına sırf kendi gururundan dolayı bir şey gelmiş, ona da ‘oh’ olsun diyesim geliyor. O iş geçtikten sonra bakıyorum adam yine akıllanmamış, hala o yolu takip ediyor. Düşmüş olduğu halde “Arkadaşım bana yardım eder misin? Bir el uzat şuradan kalkayım!” demiyor. Uğraşıyor ki yine kendi çıkacak. Bunu ona yaptıran, gururu… Uğraşıyor ki kendi oradan çıksın. Ama bu senin boyunu aşan bir iş, sen çıkamazsın, yardım iste, gururunu ayaklar altına al ki yükselesin, diyoruz ‘yok’ diyor. Adamı böyle görünce insan diyor ki; “Oh olsun sana, beter ol!” İnsanın içi elvermiyor ama böyle diyesi geliyor. Bu adam bir insandan yardım istemediği gibi Allah’tan da yardım istemiyor… O kadar gururlu ki… Ya Rabbi! Düştüm, beni kaldır, demiyor. Belki de “Niye beni düşürdün?” diye Allah’a sitem ediyor. “Filancaya verdin de bana niye vermedin?..” diyor. Biz de kaba bir tabir var, affedersiniz, “Hem kel hem fodul…” Sen kimsin Allah’a kafa tutacaksın. “Ya Rabbi! Ben görmedim. Belki, bilerek veya bilmeyerek işlediğim hatalara takıldım da düştüm. Beni ayıplarım düşürdü. Sen bu ayıplarımı affet… Ben buradan çıksam da bu ayıplar beni yine düşürür. Sen bunları bağışla, ortadan kaldır, benim yolumu/önümü aç” deyip Allah’a dua edeceğine, hâlâ çırpınıyor ki kendi başına bir şeyler yapacak, kendini gösterecek. “Bak ben ne herifim, ne kadar akıllıyım”… Bir söz varya; “Yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır.” demişler. Çünkü görüyorsun ki kalsan dayak yiyeceksin, kaç git, canını kurtar. 

İnsanın başına ne geliyorsa nefsaniyetinden, kibirden, gururdan, cehaletinden, gafletinden geliyor. İnsan hâlâ bunlarla arkadaş, bunlarla kol kola… Bakıyorsun hâlâ kendi nefsine o kadar güveniyor, yanlışını kabul etmiyor. Şu, bu sebep oldu diyor, meseleyi birilerinin üzerine atmaya çalışıyor. Nesin sen yahu, sen kimsin?..  Sanki bütün dünyanın siyasetini, ekonomisini, elinde bulunduran adamsın da herkes senin rakibin, milletin işi gücü yok, seninle uğraşıyor. Kendini nerede görüyorsun? 

Arkadaşlar, hâşâ huzurunuzdan,  bir köpek ne kadar azgın olsa, önüne ölü gibi yatarsan sana saldırmaz. At, ki at çok kindar bir hayvandır, şahlanmış tam seni ezecekken önüne uzansan üstüne basmaz, bakar geçer. Hareket ettin mi ya başına basıp seni öldürür veya seni ısırır. 

Oldu ki nefsine uyarak Cenâbı Hakk’ı gadaplandırdın, kızdırdın… Hareket etme, mütevazı ol, kibre kapılma. Hakk’ın önüne yat, teslim ol, tevekkül et ki gadabından, şiddetinden, dehşetinden emin olursun. Hareket ettin mi parçalıyor seni… Bu teslimiyeti gösteremiyoruz. Nefsimizle, gururumuzla, kibrimizle arkadaşız. Bunların hepsi Hakk’a zıt şeyler. Bunlar Hakk’ın düşmanı. 
“Şeytan bizim ve sizin düşmanınızdır.” (el-Fatır 35/6) 
“Allah kibirli olanları, büyüklük taslayanları, gurur sahiplerini sevmez.” (en-Nisa 4/36) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Sen hep Allah’ın düşmanları ile beraber, Allah’ın sevmediği işleri yaparsan olur mu?..

Alevi bir vatandaş evine odun almış. Odunu yakmaya çalışmış ama odun ıslak olduğu için yanmamış. Adam düşünmüş bu odunda ne var ki yanmıyor, ben ısınamıyorum. Düşünmüş, taşınmış sonunda bulmuş. Eline bir odun alıp kendine vurmaya başlamış; “Sen Ebubekir’den odun alır, Ömer’e taşıtır, Osman’a da kırdırırsan, daha bu odun yanar mı?.. Meğer oduncunun ismi Ebubekir, at arabacının ismi Ömer, baltacının ismi de Osman’mış, bu yüzden odun yanmıyormuş.

Şimdi sen şeytanla dost ol, gururu/kibri başına taç et, Hak sözü dinleme, ben yapacağım diye uğraş, sonra da işlerinin olmasını bekle... Biraz mütevazı ol, biraz mahviyet sahibi ol, biraz yüzünü yere koy, Allah’a yalvar.

Olur,  Cenâb-ı Hak bazı şeyleri senin hakkında azdırıverir, üzerine saldırtır. Ama az önce de dedik ya o canavar köpeğin önüne yattın mı bir şey yapmıyor. Sen de yüzünü yere koy, “Aman ya Rabbi!” de ve secdeye kapan. Asıl heriflik orada. “Pehlivan nefsini yenebilendir.” diyor Efendimiz. “Güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman asabiyetini yenendir, nefsinin üstüne basabilendir pehlivan.” 

İşte, işitiyoruz çevremizde bazıları var, adam fakir fukara dostu. Onlara çok ihsan eden, çok yardım sever birisi. Bu güzel bir meziyet. Ama o adama bakıyorum ki bunun kendine bir yardımı var mı? Allah’ın azabından, ikabından kurtulmak için; günahları terk etmek için kendisine bir yardımı var mı? Maalesef yok… Yapmış olduğu bu yardımlar riyadan başka bir şey değil. O bütün işleri kendisini toplumda yardımsever birisi olarak göstermek için yapıyor. Sen yardımsever birisi isen önce kendine yardım et. Allah ile aranı düzelt. Misal adamın dağlar kadar borcu var, yardımseverlik adına gidip ona buna para veriyor. Bu akıl kârı mı? Yardımseverlik mi bu? Sen aklı başında bir adamsan borcunu ver. Allah’a olan borcunu öde, kendine yardım et. Senin namazın yok, haramdan kaçman yok. Ne faize dikkat ediyorsun ne şüpheliye dikkat ediyorsun ne harama dikkat ediyorsun. Ama bu adam yardımsever(!). Bu ne lahana turşusu ne perhiz. “Eve lazım olan, camiye haramdır.” demişler. Sen önce kendini Allah’ın azabından kurtar, ateşten kurtar; helâli, haramı öğren, yaşantına dikkat et. Yaşantını İslamî bir çerçevede oturttur. Sen ancak kendine yardım ettikten sonra düşküne, muhtaca yardım edebilirsin.

İyi insan olmaya gayret et ama bu iyiliğin ölçüsünü sen belirleme, belli olan ölçüye uy. İyilik belli, sen kafandan yeni bir şey vaaz edemezsin. İyilik de belli kötülük de. Bu belirlenen ölçü içinde iyi olmaya çalışacaksın. Mücadelen, varlık sebebin, yaratılış gayen bu. İslam neye iyi demişse, iyiyi nasıl tarif etmişse sen öyle iyi olacaksın. “Yok, ben böyle olamam, bu işime gelmiyor, ben kendim bir usul belirleyeceğim.” dersen bu usulün senden kabul edilmez. 

Bunun için yaşantımıza çok dikkat etmek zorundayız. Etrafımızdaki, hayatımızdaki olaylardan gereken dersi almalıyız. Genç olalım, ihtiyar olalım; hacı olalım, hoca olalım… Ne olursak olalım, şu kâinatta bize gösterilen her şeyden, bir şekilde içinde bulunduğumuz hadiselerden mutlaka almamız gereken bir ders var. Bu yüzden bununla bizim aramızda bir alaka kuruluyor. Kâinatta hiçbir şey boşu boşuna değil. Misal bir takke benim gözümün önüne koyulmuşsa, ben bunu görebiliyorsam, bunun üstünde düşünmem gereken, bundan almam gereken bir şeyler var. Bunda benim bir hissem var. “Canım öylesine konulmuş.” deyip geçmemeliyiz. Göz gördüğü şeye, kulak duyduğu şeye şahitlik edecek. Cenâb-ı Hak bir şekilde dünyada olup biten hadiseleri bize gösteriyor. Bunlardan ibret almamız lazım. 

Hayat seyrimizi var gücümüzle çeke çeke İslamî çerçevenin içine getireceğiz. “Benim annem şöyle yaşadı, babam böyle yaşadı…” diye ben de onlar gibi yaşamak zorunda değilim. Bugün ben onun noksan olduğunu, yanlış olduğu anlayabiliyorsam bu Allah’ın bana bir ikramıdır. Ben de hayatımı Allah’ın istediği çizgiye getireceğim. Yoksa benim durumum anamın babamın durumundan daha beter olacak… 

Etrafımızda görüyoruz adamın birinin canı sıkılmış oturuyor, ama on dakika oturana kadar kül tablasını sigara ile doldurmuş. Sıkıntıdan birini söndürüyor birini yakıyor. Yaptığının hiçbir çaresi de yok yani hiçbir sıkıntısı da gitmiyor. O adama sorsan ki; “Sen Müslüman mısın?” “Evet, Müslümanım.” diyor. “Tamam da Müslüman, neden bir kere aklına “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasûluhu” demek gelmiyor? Şu şeytanın kafasına bir taş at, böyle boş boş oturup durma. Manasına inanarak “La ilahe illallah!” de ki için coşsun. Allah de, Allah’a güven, sığın. O’na dön, yalvar… Ateşe düştün mü ‘imdat’ diye bağırıyorsun. Asansör boşluğuna düşsen bağırıyorsun, yardım istiyorsun. Orada sigara mı içiyorsun? Denize düşen bir adam sigara mı içiyor? 

İnsan bir derde düşebilir, çaresizliğe düşebilir, her şeyle imtihan olabilir. Ama niye kul böyle bir durumda Allah’ı çağırmıyor? Ateşte yansan belki şehit olacaksın, şehit sevabı var ama o düştüğün sıkıntı içinde o stres, psikolojik rahatsızlıklar, dünya baskısı, gururun, kibrin, nefsin, şeytanın hepsi üstüne yüklenmiş, öldün mü murt gideceksin. Belki “La ilahe illallah” diyemeden inançsız gideceksin, en büyük tehlikenin içerisindesin… O tehlikenin içinde Allah’ı çağırmıyorsun, Allah’tan imdat istemiyorsun, bir sigaranın seni teselli edeceğine inanıyorsun… Çok çok acı bir durum. Veya Allah’tan başka herhangi bir şeyin seni teselli edeceğine, sana çözüm olacağına inanıyorsun, Allah’ı çağırmıyorsun. Ama az önce de dediğim gibi boşluğa düşsen hemen Allah’tan yardım istiyorsun… Bu sıkıntıyı sıkıntı görmüyor muyuz arkadaşlar?.. İnsanlar derdine çare arayacağına derdini dert edinmişler, derdinin derdi ile dertlenmişler...

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) yapmış olduğu bir ev sohbetinden derlenmiştir.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR