İNSANA MAHFİYET KAPISINDAN BAŞKA BİR KURTULUŞ KAPISI YOKTUR

Sual: Efendim konumuz “İlim, amel, ihlas ilişkisi...” Hem bu mevzuyla alakalı hem de ilk ezberletilen hadisi şeriflerden bir tanesi; “İnsanlar helâk oldu âlimler hariç, âlimler helak oldu âmiller hariç, âmiller de helâk oldu ihlâslı olanlar hariç…” Hadisi şerifin diğer varyantlarında “İhlâslılar” yerine “Muvahhitler hariç” rivayetleri de var. Yine başka bir rivayette Sehl (radiyallahu anh) de “Âlimler helâk oldu!” yerine “Âlimler sarhoşturlar, ihlâslılar uyanıktırlar.” şeklinde gelen haberler var.

Bu hadisi şerif ışığında konumuza yönelirsek insan ilim sahibi olabilir. Bazılarının amel sahibi olabildiği gibi bazıları da ihlâslı olma anlamında kendi iç temizliğinden bahsedebilir… Fakat Cenâbı Hak bunların tamamını kullarında görmek istiyor. İlim, amel ve ihlâs üçlüsünün bir kalbde temekkün etmesi nasıl olabilir?

Cevap: Fakire göre hadisi şerifin Aclûni’de Keşfu’l Hafa’da, et-Terğib ve’t-Terhib’de geçen yaygın olan metnindeki o son cümlesi sanki hadisteki gayeyi açıklıyor diye düşünüyorum. “İlle’l- muhlisûn” ancak ihlâslılar; “’alâ hatarin azim.” diye geçiyor hadisin sonunda. Son anlarına kadar önlerinde büyük bir vartaları, tehlikeleri vardır. Ruhlarını teslim edinceye kadar ihlâslılar da emin olamazlar. Sanki bu ifade hadisin baştan beri neyi anlatmak istediğini ortaya koyuyor.

Cenâbı Peygamber (aleyhi’s-selâtu ve’sselâm) bize ne ilmimize ne amelimize ne kendi üreteceğimiz ihlâsımıza güvenmemiz gerektiğini ifade ediyor. İlim olursa, eğer bu ilim amele, fiile, eyleme dönüşmezse bu ilmin bir yük olduğunu Kur’ân-ı Kerim’de görüyoruz. Geçmiş ümmetlerin, Beni İsrail’in, âlimlerini örneklendirmesi bunu bize gösteriyor. “kemeseli’l-himar” buyruluyor Kur’ân’da. Bu yüzden amelsiz, uygulamasız ilim bir yük, ciddi bir sıkıntı... Biraz önce geçen Emin IŞIK Hoca’nın: “İmanda sevgi olmazsa gerçek bir iman olamayacağını” ifade ettiği gibi, bilginin zaten ana sebebi de yaşamak, âmil olmak için. Bilmen gereken hakikati bilip o hakikate karşı sorumluluklarını yerine getirmen. Bilgi bunun için. Buna dönüşmüyorsa bu bilgi yük. Böyle bir bilgi insanın haksız yere böbürlenmesine, büyüklenmesine, kendini farklı görmesine sebep olur. Bu onu kibre vardırır. Allah esirgesin kibir küfre, şirke kapı açabilir. Bu yönüyle tehlikeye dikkat çekilmiş.

Sultanu’l-Enbiya ameli de bir noktada tehlike olarak göstermiş. Yani ehl-i amelin de felaketten kurtulamadığını buyurmuş. Bunun da ilimsiz bir amelin, bilgisiz bir amelin yanlıştan salim, halas olmayacağını anladığımız gibi; bilgiyle birlikte de olsa bir noktadan sonra bu amelin de riyaya dönüşebileceğini; gösteriş, sum’a için, desinler için yapılma tehlikesinin olduğunu görüyoruz. Buna dönüştüğünde zaten bu amel de helâke sebep oluyor. Bilgi yaşanmadığı sürece faide sağlamıyor. Yaşanmışlık samimiyete dönüşmediği sürece faide sağlamıyor. “Heleke’l-‘âmilûne ille’l-muhlisûn…” Anca ihlâslı, samimi olanlar kurtuluyor.

İhlâs da bir noktadan sonra insanda farklı bir hal meydana getiriyor. Kendi haline, takvasına, zühdüne güvenmeyi getiriyor. Dolayısıyla bir karşılık beklemeyi, Allah ile pazarlığı getiriyor. O samimiyetinin, amelinin karşısında ücret istemeyi getiriyor. Bunları getirmemiş olsa dahi Allah’ın Zâtı’ndan gayrı, Allah’ın rahmetinden gayrı hiçbir şeye dayanmanın doğru olmadığını anlıyoruz. Bu kendi ihlâsımız, zühdümüz, takvamız olsa da… Efendimiz’in buyurmuş olduğu: “Herkes Allah’ın rahmetiyle cennete gider, kimse ameliyle gitmez.” Sahabe soruyor: “Siz de mi ya Resûlallah?” Efendimiz “Biz de…” buyuruyor. Bu hadisten de son demlerine kadar bu insanların da emin olmadıklarını anlıyoruz. Ne yaparsak yapalım, ilim babında, amel babında, takva babında ne yaparsak yapalım eğer Hakk’ın hoşnutluğu, rızası, sevgisi oluşmadıkça bunların hiçbirine güvenmemizin doğru olmadığını anlıyoruz hadisi şeriften. Şu çıkıyor ortaya: İnsana mahfiyet kapısından başka bir kurtuluş kapısı yok.

Bunu da bakıyoruz Bediüzzaman güzel ifade ediyor:“Zikr-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, acz-i mutlak ey aziz…”

Der Tarika Aczemendi lazım âmed çar-ı çîz:

Zikr-i mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!"

Aczemendi yolu, aczini idrak etme yolu, kendini tanıma yolu mutlak anlamda dört şeyi ister. Nedir bu? Bir, Zikr-i mutlak; daimi, devamlı zikir ister. Şükr-ü mutlak; nimetleri vereni bilmeni ister. Şevk-i mutlak; sevgiyi, aşkı ister. Bütün bunlarla sende bir varlık olur. Zikrin var, maddi-manevi şükre değer nimetlerin var, aşkın-şevkin var; manen palazlanmışsın. Bundan geçmeliyiz: Acz-i mutlak ey aziz! Ey izzete ermek isteyen!.. Kendini tanımanın yolu bunu gerektirir.

Asıl ihlâs mahfiyetin içinde gizli. Her şeyini Hak namı hesabına terk edebilmek. Adeta son deminde Allah’ın rahmetine tam bir yönelişle ve O’nun ipine, “habl-i metîn”ine tam bir sarılışla o minval üzere gidebilmek... İhlâs bu.

Amel kişinin kendi hoşuna giden, kendi zevk alacağı şeyleri yapması değil. Zaten tasavvuftaki mücahede bu anlamda. Senin hoşuna gitmeyecek ama Hakk’ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak. İcabında sana zor gelecek, sana bir tad vermeyecek, sana çileli gelebilecek, önemli değil. Amel bu… Amel nefsinin, kendinin arzuladığı, değer verdiği fiilleri değil, gerçekten değerli olan fiilleri yapmak.

Bilgi, Hakk’ı ve O’nun rızasının nelerde olduğunu bilmek… Bilgi illa fıkıhta derinleşmek, hadiste mutahassıs olmak, tefsirde ihtisas sahibi olmak değil… Bunlar biraz da ilahi nasib işi. Ama her mü’minin bilmesi gereken şey “Mârifetullah ve Muhabbetullah.” Allah’ın rahmaniyyetini bilip Allah Teâlâ’yı sevmesi… Bundan herkes sorumlu, bunu bilmekle herkes mükellef. Gerçek bilgi budur.

Gerçek bilgi aklî ve naklî verilerin nakışlarının gölgelemediği, onların bulandıramadığı saf, temiz, arı ve duru bir bilgi. Fahri Razi’nin Gülzâr-ı Hâcegân 5 “İmanınız o koca karının imanı gibi olsun.” buyurduğu meseledeki gibi… Fahri Razi için söylenen “O Allah’ın varlığını bin bir delille ispat eder.” sözü üzerine ylı bir kadın: “Onun, Allah hakkında bin bir şüphesi varmış, oturmuş bu şüphelerini gidermek için delil aramış. Benim varlığım Hakk’ın varlığına delildir. Ben varsam beni bir Yaratan vardır, başka bir delile ihtiyaç duymuyorum.” demiş. Bunu Fahri Razi’ye aktarıyorlar, buyuruyor ki: “İşte iman o kadınınki. Bizim varmak istediğimiz nokta o. Kalbiniz, imanınız o kadının imanı gibi olsun.” Evet, delilleri, senetleri bilin ama özde imanınız o kocakarının imanı gibi olsun.

Gerçek bilgi bu. Saf, temiz, sevgiye, hürmete, itaate sevk eden bir bilgi. Hâşâ diğer ilim dallarını küçümseme adına bunu söylemiyorum. Bu her insana göre olan ve olması gereken. Sonra Cenâbı Hak kime bunu lütfetmişse Allah Resûlü’nün de ifadesiyle: “O kimin hakkında hayrı murad etmişse ona bu yolu açacaktır, ona çok zarif, çok ince, latif bilgiler verecektir.” Ama bu, haklarında hayrı murad ettiklerine. Demek ki biz bunu çok istesek de olmayacak. Halk arasında: “Cenâbı Hak ilmi isteyene, zenginliği istediğine verir.” diye bir ifade vardır. Bu bana biraz ters gözüküyor. Allah ilmi istediğine verir zenginliği isteyene veriyor. İlim bu kadar basit bir şey değil çünkü.

Bugün bakıyoruz ilim cahillerin eline geçince ne hale geliyor. Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “İlim bir noktaydı onu cuhelâ çoğalttı.”

Bize göre ilim, amel ve ihlâs böyle. Hadisi şeriften de bizim anladığımız bu: Ne ilmimize ne amelimize ne samimiyetimize güvenmemiz. Bir şeyde takılıp kalmamamız…

Sual: Az önce bahsettiğiniz ilim ve Hz. Musa ile Hızır (aleyhi’s-selâm) arasında geçen ve Kurân-ı Kerim’de de “…ve allemnâhu min ledunnâ ilma” diye buyrulan ledün ilmi… Hadisi şerifte geçen ilimden kasıt bu ledün ilmi mi?

Cevap: Yok, o tamamen çok özel bir muamele. Cenâbı Hakk’ın kendi katından seçtiği belli kullara lütfettiği ilim. Ledün ilmi dediğimiz ilim, bir sır ilmi. Bu ilmi Cenâbı Hak bütün velilerine bile vermemiş. Bakıyoruz nebilerine vermemiş, karşımızda Hz. Musa var. Bu bilgi Musa’da yok. Ulu’l-azm bir peygamber, şeriat sahibi bir peygamber. Bu ilim onda yok ama nebi mi veli mi ihtilaflı olan bir zatta bu ilim. Demek ki bu ilim çok farklı. Bunu Cenâbı Hak peygamberlerinin de tamamına vermediği gibi velilerin hepsine de vermemiş. Bu ilim şazz olduğundan dolayı bahse konu olmaz. Onun üstünde konuşamayız. Niye, o ilmin mahiyetini de bilmiyoruz. Cenâbı Hak kendi katından böyle bir ilmin varlığını bize bildirmiş ama bu ilmin mahiyetinin ne olduğunu bildirmemiş. Bildirdiklerine bildirmiş o ayrı. Genel olarak, umum olarak bu ilmin mahiyetini bize bildirmemiş. Biz de mahiyetini bilemediğimiz bir şey üzerine konuşamayız. “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme.” buyuruyor Cenâbı Hak. Bu ilmi bilmediğimiz için onun üzerinden bir konuşma, ilm-i ledün’ün nasıl bir şey olduğunu müzakere, mütalaa edemeyiz.

Kastedilen ilim yine “biemrillah” olan ilim. Cenâbı Hakk’ın emirlerine dair bir ilim, ledün olarak söylemiyorum. Bu anlamda ilim ikidir: İlm-i billâh, ilm-i biemrillah… Demin ifade etmeye çalıştığım ilm-i billâh, Allah’ı bildiren; zatıyla, sıfatıyla, ef’aliyle Allah Teâlâ’yı bize bildiren ve sevdiren ilim. Bu herkese lazım. Kul olan herkese imanın, ihlâsın, ibadetin temeli açısından herkese lazım.

İkinci ilim, ilm-i biemrillah… Cenâbı Hakk’ın hükümlerine dair olan bilgiler. Elbette ki bir kulun amel edebileceği kadar, hadisi şerifte de bu bildirilmiş: “el-ilmu fâridatun alâ kulli muslim” İlmin belli bir miktarı kadın erkek herkese farzdır.

Burada derinlemesine herkes fakih olacak diye bir kaide yok. Herkes müfessir, muhaddis, kelamcı olacak diye Hakk’ın bir icbarı yok. Ama herkes imanını tekâmül ettirecek kadar, imanını muhafaza edecek kadar, Allah’ı sevecek kadar –ki sevmesi için tanıması lazım-, Gülzâr-ı Hâcegân O’nu tanıyabilecek kadar bir bilgiye sahip olmak zorunda. Bu anlamda bir bilgi kastediliyor.

Ama bu bilgi amele dönüşmeyince kişiye felaket getiriyor. Yani sorumluluğun var, yerine getirmemişsin. Bilmek sorumluluğu da getirir. Allah’ı biliyorsan O’na itaat edeceksin. Bunu bile bile itaat etmiyorsa bu helâktir. Kur’ân-ı Kerim’de Fatiha’daki “mağdub” ve “dâll” olmak. Yahudiler “mağdub” oldular gadaba uğradılar. Niye gadaba uğradılar, onlar biliyorlardı, bildiler yaşamadılar. Bilgiyi yaşamadılar. Allah Teâlâ onlara bütün hakikatleri Tevrat-ı Şerif’te bildirmişti.

Sual: Onların bildikleri de ilm-i billâh mıydı?

Cevap: Hem ilm-i billâh hem ilm-i biemrillah… Her iki ilmi de Cenâbı Hak Yahudilere vermişti. Muazzam bilgiye sahiplerdi. Çünkü onlara İsrailoğulları’ndan onlarca peygamber geldi aleyhimü’s-selâtu ve’s-selâm. Onların miras bıraktıkları bilgi vardı ellerinde. Onunla amel etmediler ve amel etmedikleri gibi Tevrat’ı tahrife kalktılar. Bundan dolayı Allah’ın gadabına uğradılar lanetlendiler.

Ayetin ikinci şıkkında Hristiyanlar var. Hristiyanlar da saptılar. Neden saptılar? Onlarda bilgi yoktu, bilmediler. Bilmeden, kendi başlarına amele koyuldular. Bilgisiz bir amele koyuldular. Bilgi olmaksızın bir şeyler yapmaya çalıştılar, dolayısıyla yaptıklarını yanlış yaptılar. Bu yüzden onlar da dâll ve mudill oldular.

İslam ümmetine bu iki özellik de verildi. Hem bilgi verildi; Kur’ân, Tevrat’ın, Zebur’un ve İncil’in muhtevasını içine aldı hem de belki Cenâbı Hak onu daha birçok hikmetle takviye etti, genişletti. Muazzam bir bilgi, bilginin kaynağı verildi.

Amel için de Hazreti Peygamber (aleyhi’sselâtu ve’s-selâm) içimizde yaşadı ve O’nun yaşayışını gördük. Amelin usulünü, boyutlarını gördük. Şimdi biz eğer yapmazsak yahudilerden ve hristiyanlardan çok daha adi, daha dûn bir duruma düşebiliriz. Bunun için bizden amelle birlikte bilgi istendi, bilgisiz de amelde muvaffak olamayız. Bilgisiz bir amel bizi yanlışa götürür.

Samimiyetsiz bir amel de öyle. Samimiyetsiz bir amel de tuzsuz bir yemek gibidir. Hiçbir tad vermez. Samimiyetsiz bir amelle belki kendini icbar edersin zorla yaparsın ama ikincide o devamlılık olmaz. Amelde süreklilik getiren şey samimiyettir, sevgidir. O oluşmazsa devamlılık olmaz.

Samimiyet de oluştu yine biz bunların hiçbirine bel bağlamıyoruz. Diyoruz ki ya Rabbi! Bize ne olacaksa Sen’den olacak. Bu ilim de bizim, bu amel de bizim, bu ihlâs da bizim. Biz bizi biliyoruz. Sen bizi bize bırakma. Biz bunlardan da geçip Allah’a teslim olmalı, Allah’a tevekkül etmeliyiz. Kurtuluş anca bununla mümkün olur.

Sual: İhlâs genelde niyet ile irtibatlı olarak anlaşılıyor, bu doğru mudur?

Cevap: Tabi, zaten insan neye niyet etmişse onda muvaffak olacaktır. Hadisi şerifte de geçen “Kişinin hicreti neye ise elde edeceği odur.” Bu hicretten kasıt kişinin niyetidir.

Sual: Şöyle diyebilir miyiz, ilim taleb ederken niçin taleb ediyorum? İhlâslı olacağım derken de ne niyetle ihlâslı olacağım, bunlar çok önemli…

Cevap: Niyet bir projedir. Kul ne yaparsa o projeye göre yapar. Bunun için sûfiler adeta hayatlarının ser levhası olarak: “İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi” buyurmuşlar. Bana göre bu niyettir. Bunun için ben mihraplara hep bu sözü yazdırıyorum. Kulun niyeti budur.

Allah Resûlü de buyuruyor ya: “İhlâs Allah’ın nurlarından bir nurdur, Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir.” Bana göre ihlâs o ki, kişinin kendisinin de “Ben samimiyim, ben ihlâslıyım, tamam oldu, bunu böyle yapmalıyım, bu böyle olmalı…” anlayışının oluşmaması.

Ya Rabbi, benim gücüm buna yetti! Yaptığım şey Sen’in fadlına, takdirine muhtaç. Ben bana göre bunu dört dörtlük yapsam da eğer Sana göre bu olmamışsa, olmamıştır. Ama “Adım Hıdır elimden gelen budur” hesabı benim gücüm buna yetiyor ya Rabbi! Ben bu kadar yapabiliyorum.

Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) ashabdan birisini namaz kılarken görüyor, ona “Namazın olmadı.” buyuruyor. Sahabi yeniden kılıyor. Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) yine “Olmadı.” buyuruyor. Yeniden kılıyor, “Olmadı.” buyuruyor Efendimiz. Sahabi bu sefer soruyor: “Ya Resûlallah, olmayan ne? Ben bin sefer kılsam yine böyle kılacağım. Ben böyle biliyorum, olmayanı buyurursanız onu yerine getireyim.” Efendimiz de ona tarif buyuruyor. Sahabinin namazında tadil yok, erkân yok. Şunlara dikkat etmelisin buyurarak namazı tarif ediyor ve böyle kıl diyor. Sahabi tarif üzere kılıyor. Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) soruyor: “Şimdi oldu mu? Sence bu kıldığınla önceki kıldıkların arasında bir fark var mı?” Sahabi diyor: “Ya Resûlallah, öteki kıldıklarım daha hoştu.” “Nasıl hoştu, onlar olmamıştı.” buyuruyor Efendimiz (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm). Sahabi: “Ya Resûlallah, onları Allah için kılmıştım, Allah’a kılıyordum. Bunu şimdi Siz beğenesiniz diye kıldım. Siz böyle tarif edince Sizin için kıldım. Onun için bana göre bu olmadı, önce kıldıklarım oldu ya Resûlallah.” diyor….

Bizim yaptıklarımızın olmadığını bilmek… Ve ya Rabbi, ne yaparsam yapayım Senin fadlına muhtaç. Senin iltifatına, ikramına muhtaç. Ben bunu kusuruyla, noksanıyla, layık olmadığını bile bile Senin kabul dergâhına arz ediyorum ya Rabbi! İşte “ihlâs” bu…

Biz zannediyoruz ki ihlâs amelin zahiri meseleleriyle çok fazla uğraşmak, titizlik, itina göstermek. Belki bu aşırı titizlik ve itina ameldeki ihlâsı götürüyor. İhlâs insanın içini Allah’ın aşkından gayrı her şeyden boşaltmasıdır.

Bazen inanır mısınız öyle hal oluyor namaza durduğumda keşke ne Subhaneke bilsem, ne Fatiha bilsem, diye düşünebiliyorum… Hiçbirini bilmesem ama huzurla, müthiş bir iştahla, arzu ile O’nun önünde beklemenin ve O’nun için ayakta durmanın zevkine erebilsem. Belki okuyacağım Fatiha beni meşgul edecek. Benim okuduğum şeyler beni meşgul edecek. Benim gibi zayıf bir insanın, zayıf ifadeleri nasıl Hakk’a ulaşsın. Ama O Basir, O Habir, O Semi’… O huzurunda durduğumu görüyor. Gönlümü mutmain kılıncaya kadar, adeta bana “eğil” denilinceye kadar, ayakta beklesem…

Ayette Efendimiz için buyruluyor ya: “Kapısının önüne geldiğinizde birbirinizi çağırdığınız gibi O’nu çağırmayın. O’nun size çıkmasını bekleyin. O beklemeniz sizin için çok daha hayırlıdır.” Bunu düşündüğümde Habibi’nin kapısında bile herhangi bir ifadeye izin vermezken, O’nun çıkışını beklememizi emir buyururken, ya o en hususi anda, namazda yani manevi miracın gerçekleşeceği anda hiçbir şey söylemesem… O bana çıkıncaya kadar, O gönlümü dolduruncaya kadar beklesem… Tabi belki bunlar namazın zahir edeplerine karşı çok ters gider ama mesele eğer O’nu razı etmekse, bu açıdan düşündüğümde, O’nun hoşnutluğunu ve O’na samimiyetimizi ortaya koymaksa bazen böyle geliyor gönlüme. Bu beni kuşatıyor. Keşke bir şey bilmesem… Bilmesem de benim, kendimin hiçbir tasavvuru olmasa. “Sen, Seni yücelttiğin gibisin.” Adeta o elif gibi duruşumla bunu demiş olsam: “Lâ uhsî senâen ‘aleyk. Ente kema esneyte ‘alâ nefsik.” Sen, Seni nasıl yücelttiysen, Sen öylesin… Hayran hayran izlesem, hayrete dalsam, hayretten hayrete geçsem… Ama hiçbir şey bilmesem… Adımı bilmesem, kendimi bilmesem; Subhaneke’yi, Fatiha’yı bilmesem… Sırf O’nun bilmesi bana yetse, beni ihata etse. Böyle düşününce müthiş mutluluk veriyor. Allah beni biliyor, beni görüyor ya mesele yok… Bunu böyle düşününce oynayasım geliyor. Allah’ım var diye oynayasım geliyor…

Sual: Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçiyor: “Fakraû mâ teyessera mine’l-Kur’ân.” Kur’ân’dan kolayınıza gelen yeri okuyun… Burada okumaya takılmayın, halinizin söylediği dilinizin söylediğinden daha önemlidir diyebilir miyiz?

Cevap: “İkra’” emri tecelli ettiğinde Âlemlerin Efendisi’nin hali, müthiş bir hal… Yokluğu orada yaşamışlar. Ne verilmişse işte o hale verilmiş. Biz “Ben okuma bilmiyorum.” sözünü anlatırken çok farklı anlatıyoruz ve o tür anlatımlar bana çok dokunuyor… “Ben okuma bilmiyorum…” Âlemlerin Efendisi o kadar boşalmış ki o boşluk O’nunla (celle celaluhu) doluyor zaten. Sıkıntı burada, boşalamamakta. “Ben okuma bilmiyorum…” Şu “Ben biliyorum.” meselesi başımıza neler açıyor. Keşke anlayıp diyebilsek ki “Ben okuma bilmiyorum. Ben bir şey bilmiyorum.” O boşalmayı ruh konusu sorulduğunda da görüyoruz. Adeta boşal, buyurarak “Ben bilmiyorum de!” buyuruyor Cenâbı Hak. Şimdi bütün bu mücadelemiz her şeyi bilmek için, biz hep bilmek için uğraşıyoruz. O ise (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ben bilmiyorum.” deyip tevekkül ediyor, O’na her şey bildiriliyor. Bilginin kaynağı oluyor. Biz her şeyi bilmeye uğraşıyoruz, bildiklerimiz bize sıkıntı oluyor, bildiklerimizle imtihan oluyoruz.

Abdulkadir es-Sûfi’nin “Gariplerin Kitabı” isimli risalesini ilk okuduğumda beni çok etkilemişti. Ebu Hasen Şazelî Hazretleri’nin Abdusselam İbnü’l-Meşiş’e gidişini anlatmış, yıllar önce okuduğumda çok ilginç gelmişti bana… İbnü’l-Meşiş Hazretleri Tunus’ta bir dağda, mağarada yaşıyor. Ebu’l-Hasen de ilmin zirvesinde bir allâme. Cedel ilmi çok kuvvetli, mücadeleci, dinamik biri. Ziyaretine gidiyor ama içi dopdolu, o doluluğu ona boşaltmak istiyor. Belki belli konularda tartışacak, soracak, hesaba çekecek… Mağaraya yaklaştığında ufak bir nehir, bir su, bir ark çıkıyor karşısına. Tabi dağa yaya çıkıyor, yorulmuş, terlemiş, üstümü başımı düzelteyim, hem bir abdest alayım hem de serinleyeyim öyle gideyim diyor. Suyla abdest aldıktan sonra oturup dinleniyor ve suyun akışını seyrediyor. O suyun akışı Ebu’l-Hasen’i adeta başka bir âleme götürüyor. Seyrederken dalıyor ve çok farklı bir düşünce içinde beliriyor. Sanki o su gönlünü yıkıyor, içini yalıyor…

Düşünüyor ben nereye gidiyorum, ben kime gidiyorum?... Ben bir Allah adamına gidiyorum. İlmini Allah’tan almış birine, onun için gidiyorum. Yoksa onca yolu neden gideyim. İlmini Allah’tan aldığına inandığım bir insanın yanına gidiyorum. Böyle bir insanın yanına ben neyle gidiyorum? İlimle... Bundan abes bir şey olabilir mi? Benim ilmimle Allah’ın ilmi mukayese edilebilir mi?.. Bütün bu duygularına tevbe ediyor. Ya Rabbi! Ben tamamen ümmi biri olarak gidiyorum diyor ve üstündeki hemen o ilim kıyafetlerini çıkarıyor; sarığını, cübbesini bütün o ilmi özellikleri taşıyan, âlim kisvesini çıkarıyor. Bir takke başına koyuyor, fistan katına kalıyor. Diyor ki bir abdest yetmez, benim ruhum o kadar kirlenmiş ki… Ben manevi bir mikata gidiyorum, ben Hak ile buluşmaya gidiyorum… Hz. Musa’ya Cenâbı Hak “Ayakkabılarını bile çıkarmasını” söyledi, diyor ve suya giriyor guslediyor. Dua ediyor; “Ya Rabbi, bu suyun akışı gibi bende Seni hoşnut etmeyecek ne varsa al götür!” diyor. Ayakkabılarını da çıkarıyor. Yalınayak, samimi bir tevbe ile ve bütün içini boşaltarak İbnü’l-Meşiş’in huzuruna varıyor. Orada İbnü’l-Meşiş bunu öyle bir dolduruyor ki… Ve ona buyuruyor: “O ilk halin üzere gelseydin, yaşadığın sürece bunun pişmanlığını duyacaktın.” O zaman bir şey alamayacaktın. İşte, Hasan Şazeli olarak o dağdan geri dönüyor.

Biz boşalamamanın, bilgiçliğin, bilginliğin sıkıntısını yaşadığımız sürece çekiyoruz. Hakk’ın huzurunda bir boşalabilsek. “Okuma bilmiyorum, ben yazma bilmiyorum…” diyebilsek. Rabbim o kemâli, o hali lütfetsin inşallah. Onun için İmam Efendi Sohbetname’de buyuruyor: “Veliler, Allah’ın kâmilleri namazda bir sûre planlamazlar. Cenâbı Hak gönüllerine neyi ilham ederse onu okurlar.” Şunu okuyalım veya bunu okursak güzel olur, gibi böyle bir düşünceleri dahi olmaz. Allah onlara Kitab’ından neyi nasib ederse… Onda bile nasibe dikkat etmişler, neyi lütfederse onu okurlar…

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR