İMANIN TEKÂMÜLÜ AMEL İLEDİR

Sual: İmanın altı şartını tek tek ele elıp baktığımızda Cenâbı Hakk’a imanın kalp ile tasdik, dil ile ikrarının amele dökülmesi var. Bu tarif, buradaki şartların hepsine yani Efendimiz Aleyhisselam’a, diğer peygamberlere, meleklere, kitaplara imana tek tek uygulanabilir mi?

Cevap: Zaten dil ile ikrar meselenin zahir yönünü kapsıyor. İnanmanın gerekliliğini bize anlatıyor. Kalp ile tasdik etmek meselenin batınî yönünü; bu hem şuuru etkiliyor hem ihlası/samimiyeti de etkiliyor. Bunu azalarla tatbik etmek de bilgiyi gerektiriyor,  Ölçülü, prensipli bir şekilde yapılmasını gerektiriyor. Dolayısıyla da bu gerek İslâm’ın beş şartında gerek imanın altı şartında sanki tamamını kapsıyor. Malum İslâm zikirle başlıyor yani Müslüman olmak “Eşhedüellâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu” diyerek, inandığını ikrar etmek ile başlıyor. İslâm’ın şartlarının akabinde hemen namaz kılmak geliyor, bu da işi  görselliğe döküyor yani o inancını fiillerinde göster. Ondan sonrasına da bakıyoruz hep görsel ibadetler. Oruç da böyle. Oruçta aynı zamanda bir mücadele, bir terbiye var. Bu şuurun/bilincin sanki bütün azalara indirgenmesi var. Arkasından zekat geliyor... Dünyanın terki, yani kişinin bu inanç uğrunda her şeyden geçebileceğini göstermesi. “Mal canın yongası” demişler, bu yongadan geçebilmek. Akabinde hac geliyor ki çok farklı boyutları var... Kişi imanını zekatla sosyal bir alana taşıdığı gibi hac ile siyasi bir alana da taşıyor. Aslında Hac’da sosyallikten öte dini siyasallaştırıyor. Çünkü Hac muazzam bir kongre. Bu kongrenin amacı paylaşım, birliktelik, beraberlik, güç birliği, fikir birliği, gönül birliği gerektiğinde savunma birliği, ekonomi birliği... Bir çok güzelliği kapsıyor ve İslâm’ı sanki en üst perdeye taşıyor, ferdiyet planından alıyor toplumsal bir atmosfere taşıyor, derken onu devletleştiriyor onu. Hac’da bunu görüyoruz. 

Bu o üçlünün basılmış şablonu. Lisanın ikrarı, kalbin tasdiki, azaların tatbiki... İmanda da keza bu böyle, biraz daha içsel/derûni bir yakîn var. İslâm’ın şartlarındaki gibi değil. Bunda görsellik var, imanın şartlarında daha ğaybîlik, daha dimağa, ruha, kalbe yani iç letaiflere, bâtınî cevherlere bir yöneliş var...

Allah’a iman Azze ve Celle. Hz. Allah Azze ve Celle her ne kadar sıfatlarıyla, kudretiyle, ilmiyle zahir olsa da Zâtı itibariyle gaib. Bu ğayba inanmamız isteniliyor. Demek ki sadece kuru bir anlatımla ‘Allah’a inanın’ diyerek’ bir inanış olmaz. 

Bu konu aslında Yûsuf (as) filminde güzel işlenmiş. Hz. Yûsuf hapishanedekileri tevhide davet ettiğinde onlar: “Senin Allah’ını tanımıyoruz. Ama eğer senin Allah’ın senin kadar şefkatli, merhametli ise bizimkilerden iyidir.” gibi bir kıyaslama vardı. 

Bu her insanda olabilecek bir durum belki. Allahu Teâlâ bizi Allah’a imana davet ediyor. Ğaybi bir imana bizi davet ediyor. Ama bu aslında çok kolay bir şey değil. Biz bu ğaybiliğin bilincine, şuuruna, tadına, zevkine yakîn ve şuhûd makamında erebilmeliyiz. İşte bunun için İslam’daki zahir görsellikler emrediliyor. Namazdan, oruçtan, hacdan, zekattan, zikirden kasıt Allah’a imanı pekiştirmektir. Bizi ğayba yönlendiriyor. Ğaybın tabiri caizse kokusunu bize getiriyor. Dolayısıyla o da bir delil, bir hüccettir. İnanmamızı kolaylaştırıyor. Allah’a imanı emrediyor, Peygamberlere imanı emrediyor.  

Sual: Yani  Cenâbı Hakk’ın “ğayb” olması bizim imanımızı mı kolaylaştırıyor?

Cevap: Hayır, çünkü belki görsek çok daha farklı şeyler anlayacağız. Cenâbı Hakk’ı görse herkes belki farklı bir şey algılayacak, farklı cephelerden bakacak ama böyle olunca bir ana tema, ana arterde buluşabiliyoruz. Bizi peygamberlere imana davet ediyor. Biz peygamberleri belki muşahhas varlıklar olarak gördük. Yani bir beşerdiler ama bizler onların beşeriyetine değil onların peygamber olduğuna inanmaya davet ediliyoruz. Allah’ın peygamberi olduklarına inanmaya davet ediliyoruz. Nereden bilebiliriz ki o Allah’ın peygamberidir. Peygamber nasıl peygamber olur? 

Sual: Yine bir ğayb var yani?

Cevap: Evet, ben peygamberi görüyorum.  yani Âdem (as), Nuh (as), Şit (as), Hz. Muhammed (as) peygamberdiler amenna. Beşer olarak Muhammed’i görüyorum (sav) ama O’nun peygamberliğini ben görmemişim. Bana mucize gösteriyor, şimdi baktığımızda misal bilim-teknik vesaire mucizeye yakın öyle  ilginç şeyler ortaya koyabiliyorki. Burada da yine ğayba inanmaya çağırılıyoruz. O’na peygamberlik verildiğini ben görmedim, bilmedim ama ‘Ben peygamberim’ diyor. O’nda bir üstünlük olduğuna inanırım ama peygamberlik nasıl bir şey bunu anlayamayabilirim. Ama O insanın üstün bir vasfı olduğuna, bütün insanlardan farklı bir yönü olduğuna inanmaya çağrılıyorum. Bu yönü ben, bir yanda inanırken bir yanda aklımla fehmedebilirim. Onu takip etmem gerekir: Yaşantısına, anlattıklarına, ortaya koyduğu delillere/senetlere bakmam gerekir. Buradan da peygamberlerin çok yakın markajda takip edilmesi gerektiğini anlıyoruz. Sadece ben inandım demek yetmiyor. Bu inanç kişinin kendisini kandırması olabilir. 

Bir üçüncü sırada bakıyoruz meleklere imana davet ediliyoruz. Yine ğayba iman var. Melekleri görmemişiz, konuşmamışız, nasıl varlıklar bilemiyoruz. Sadece ne biliyoruz? Yemezler, içmezler, cinsiyetten berîdirler, nûrâni varlıklardır. İlâhi emirlere âmâde, kendilerinden asla isyan sakıt olmaz. İsyan etmeyi de bilmezler. Bunu bir de bilmezler, böyle varlıklar. Bunu ben görmemişim görme şansına da sahip değilim. Önceki ğayblarla bunu ilintileyeceğim. Bunu bana kim söyledi? Peygamber söyledi. Allah adına bunu bana söyledi. Benim şahidim burada peygamber. Allah’ı görme şansına da sahip değilim ki O’na sorup teyit etme şansına da sahip değilim. Bunu bana peygamber söyledi, tek şahit o. Bu noktadan bakıldığında Allah’a inanç evrensel bir inanç. Kişinin kendini, şahsını ilgilendiren imanını takabileceği, dayandırabileceği nokta peygambere imandır. Peygambere inandığında, teslim olduğunda bu gerekçekleri teyit edebilir. Münferiden sanki tek tek peygamberle muhatabım. Bana peygamber meleklere iman etmemi söylemiş. Tamam! Hz. Sıddık’ın Miraç hadisesinde söylediği gibi bu: “O söylediyse doğrudur.” Bir rivayette de “O bundan daha acayip şeyler söylemişti. Ben onlara inanmıştım. Şimdi buna mı inanmamazlık edeceğim?” buyuruyor. Burada kişinin imanda ölçüsü  ve şahidi/ delili Hz. Peygamber’dir. İşte bunun için Cenâbı Hak O’na uymayı O’nun bize neyi verirse almamız gerektiğini, neden bizi nehyederse ondan sakınmamız gerektiğini buyuruyor. Adeta din ağı risaletin etrafında örülüyor. Bizim Allah ile irtibatımızı sağlayan, bizi meleklere götüren hep Cenâbı Peygamber’dir.

Kitaplara imanı Cenâbı Hak emir buyuruyor. Evet, elimizde bir kitap var. İlginç/değişik bir kitap. Ama bu kitap nasıl gelmiş biz bunu bilmiyoruz. Çok zeki, süper zeka bir insan tarafından da yazılmış olabilir. Biz ileriki zamanları da yaşamadığımız için,her zamanda olan insan için söylüyorum. Şimdi Kur’ân-ı Kerim’i, mesela bugün okuduğunda gelecek zamana ait bir çok işaretler, beşaretler veriyor. Ben o zamana yetişmemişim o işaretler, beşaretler beni çok fazla bağlayıcı olmayabilir. O zamanı görmedim ki, o şeylerin zuhurunu göreyim. Onlar ben öldükten sonra da zuhur etse kimse bana gelip haber veremez ki bu olaylar olmuş. Yine bir ğayba iman var aslında. Kur’ân’a inanmakla da tamamen ğayba iman etmiş oluyorum. 

Ahiret gününe iman. Bu da ğayb. Ahireti gören yok, gidip-gelen yok. O Rasul bunu haber veriyor ve o Kitap bunu tasdik ediyor, bahsediyor. Bütün ayrıntılarıyla.

Hayrın Allah’ın muradı olduğuna şerrin O’nun kudretinden, O’nun dilemesiyle olduğuna inanmam emrediliyor. Bu da yine ğaybi bir hadise. Ortada bu kadar sebep varken olup biten şeylerde ben bu sebeplerin hiçbirine takılmadan sebepler üzerinden meseleyi Allah’a taşımam, Allah ile irtibatlandırmam isteniliyor. 

Bunların tamamı ğaybi. Ben bu ğaybların kemaline İslam’daki zahir emirlerdeki düzenle, nizamla yani onlardaki mükemmellikle ulaşabilirim. 

Adeta kelime-i şehadet Allah’a imanı temsil ediyor. Ben o şehadeti zikretmekle, zikri çoğaltmakla Cenâbı Hakk’ın tecellilerine, nurlarına, lütüflarına mazhar olacağım. Müşahademi arttıracak ve Allah’a  gerçek manada inanmış olacağım -kendimle ilgili tabirimi maruz görün- Allah’ı görmüş olacağım.  Yani bunu baş gözü anlamında söylemiyorum, hislerimle, duygularımla, idrakimle görmüş olacağım. Gerçekte görmek bu olsa gerek. Ben iç alemimde Hakk’ı müşahade etmiş olacağım. O zaman Allah’a imanım oturacak. Demek ki insan zikretmezse, şehadeti hayatına yaymazsa imanda selamet/sıhhat bulması güç. 

Misal benim namaza devamlılığım, bana diğer ğayb kapılarını açacak. Bazı hadisler varya: “Kırk gün sabah ve yatsı namazına devam edenin gönlünde hikmet pınarları fışkırır.” Gönül gözlerinde bir açılma olacak. Ben velayete doğru ilerleyeceğim. Velayete ilerlemem bana nübüvveti anlatacak. Velayet nübüvvetin mukaddimesi. Risaleti anlayacağım ben o zaman. Dolayısıyla peygamberlere imanım pekişecek. Nasıl peygamber olduklarını, niçin peygamber olduklarını anlayacağım. 

Oruçla adeta melekiyet kesbeteceğim. Nefsani, şehevi hatta bazı bedensel bağlardan, alakalardan kesilebileceğim ve melekleri idrak edeceğim. 

Zekatla, hacla, kitaplara, ahirete, hayrın şerrin Hakk’ın yed-i kudretinde olduğuna inanıp bunları adetayaşayarak öğreneceğiz. Hacda mahşeri yaşayacağım. Hacda sıkıntıları, zorlukları yaşayacağım ve bunlar benim tefekkür ufkumu açacak, ahiret ve ötesini tefekkür edeceğim. Adeta görünecek bana. 

Ve bunlarla imanım peyder pey pekişmiş olacak. Adeta ğayb olan hakikatler benim için izhar olmuş, zahire çıkmış olacak ve imanım böyle tekamül etmiş olacak. 

Ama bunlar da işte o üç kelime, dilimin söylediği şeyi bilerek-anlayarak söylemem; kalbimin ona katılması şuurlu, muhabbetli bir şekilde onu tasdik etmesi; ve onu hareketlerime yansıtmam, gereklilikleri ile amel etmem, zahir ve batın daha bir çok hakikatın, güzelliğin ayan olmasına sebep olacak. 

Dolayısıylada o zaman ayeti kerimede buyrulan “Öyle kullar var ki isteseler de Allah’ı unutamazlar.” “Ne ticaret ne alış-veriş ne evladı iyal onları o amelden o fiilden alıkoyamaz.” 

O güzellikler o kadar ona nakşolacak ki bir insanın misal çok uykusu geldiğinde nasıl oturduğu yerden uyuklaması tabii ise; acıkınca açlığı hissetmesi tabii ise o insanın da Allah’ı anması, Allah’a ibadet etmesi o kadar tabiileşecek. Göz kapaklarının düşmesine hakim olamadığı gibi, kalbinin bir saat gibi çalışmasına engel olamayacak, Allah’ı zikredecek, düşünecek, tefekkür edecek. Bu güzellikler ondan yansımaya başlayacak. 

Bu noktada Eş’ariler’in görüşü, amelle imanın bütünlük arzetmesi, ayrı görmemesi bana biraz daha cazip geliyor. Bunu ashapta ve onlardan sonra gelen selefte de görüyoruz. İlk dönem bakış buymuş sonradan belki belli şartlardan dolayı farklı tarifler olabilmiş. Ben bunları eleştirmek adına söylemiyorum ama benim kalbime hoş geldiği için, sanki o anlayış daha güzel oturuyor, o anlayışa daha meyyalim. 

Sual: Maturîdilere göre kişiye Hâlıkı’nı tanıtacak ve O’nun (cc) istediği sırat-i müstakıme insanı sevketecek bir peygamber gelmese de kişi kendi aklı ile Allah’ı bulabilir.  Eğer bunu yapamazsa mesuldür. Ancak bu  anlayış Peygamber Efendimiz’in (sav) gönderiliş amacıyla örtüşmüyor sanki. Burayı nasıl anlamamız gerekir?

Cevap: Eş’ari’ler o noktada Maturidi’lerden farklı düşünmüş. Eş’ari’ler; “Biz Peygamber göndermediğimiz bir kavme azap etmeyiz.” ayeti kerimesini delil alarak demişler ki kişi bilmiyorsa bilmediklerinden mes’ul değildir. Çünkü Cenâbı Hak onu irşad etmemişse, hidayet etmemişse, onu irşad edici birini göndermemişse onu mes’ul de tutmayacak. 

Maturidi’ler biraz da İmam-ı Âzam’ın ehl-i rey olmasından dolayı akla burada çok önem arzetmiş, aklı ön plana çıkarmışlar. Akıl bir melekedir ve Cenâbı Hak ona belli bir işlev yüklemiştir. İşte o işlevin asliyyeti budur. Bir tebliğci, bir hidayetçi rehber gelmese de, insan “Ben varsam beni bir yapan vardır.” diye düşünebilmeli. O yüzden Allah’ın vahdaniyyetinden mes’uldür. Tevhidden mes’uldür, tekliften mes’ul değildir, demişler. 

Buraya baktığımızda Eş’ari’ler tevhid ile teklifi bir görmüşler, birbirinin parçası demiş,  ayırmamışlar. Maturidi’ler amel imandan cüz değildir, demişler. İman tevhiddir amel tekliftir. Bir tarafta  amel imandan cüz değildir diyerek tevhid ile teklifi ayırırken öbür tarafta tevhidden mes’uldür demişler. Bu noktalarda biraz farklılıklar görülüyor. Tabi bu onların meselesi biz çok fazla giremiyoruz bu meselelere ama makul görünen tevhidle teklifin birbirinden ayrılmazlığı. 

Kur’ân-ı Kerim’de farklı ayetler de var, “O dilediğine hidayet eder.” Öyleyse O (cc) akla o melekeyi vermezse, O (cc) dilemezse aklın da yapacağı bir şey yok. 

Bu anlamda ben İmamı Âzam ile İmam Caferi Sadık’ın sohbetini anlatıyorum: İmam Cafer aklın işlevinin ne olduğunu, aklın ne olduğunu sorduğunda, Hz. İmam: “İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı birbirinden ayıran bir melekedir.” buyurmuş. İmam Cafer müdahale ederek “Eğer akla böyle bakarsan aklı putlaştırırsın. İyiyi veya kötüyü, doğruyu veya yanlışı tespit etmek şeriatın işidir, bunlar ilahi hükümle tespit edilir. Kişi aklıyla bu iyidir bu kötüdür diyemez.” buyurmuşlar. İmam-ı Âzam, “Öyleyse aklın görevi nedir?” diye sual edince: “Aklın görevi iki iyi arasında daha iyiyi; iki kötü arasında daha kötüyü tespit etmektir.” İyinin iyisini, kötünün kötüsünü tespit etmektir. Ama iyiliği ve kötülüğü belirlemek Şâri’ye aittir.

Meseleye buradan bakınca o zaman Allah dilmezse kişinin doğruyu bulma noktasında pek fazla yapabileceği bir şey yok... 

Allahumme la mânia lima a’tayte, velâ mu’tiye lima mena’te, vela râdde lima kadeyte ve la yenfeu ze’l-ceddi minke’l cedd... Engeller/manialar O’ndan olunca hangi güç, hangi akıl o maniayı aşabilir. O bir şeyi gizleyince onu hangi güç açığa çıkarabilir. O bir şeyi de zahir kılmışsa/açığa çıkarmışsa onu ne örtebilir. 

Bunları yine söylüyorum  Eş’ariler’in ve Maturidi’lerin tartışmalarına bir nazire olması açısından söylemiyorum. Kendi anlayışımı ifade etmeye çalışıyorum.

Bu anlamda biraz önce de izah edildiği gibi iman tamamen kalbî; İslâm tamamen bedenî oluyor. Sanki birisi iman birisi amel oluyor. Bunlar birbirlerini tamamlıyorlar, bunları birbirinden ayırdığında iman tekamül etmiyor veya iman olmadıktan sonra amelin bir hükmü olmuyor. İnsan misal oruca niyet etmese oruç tutsa perhiz oluyor. Namaza niyet etmese kültür fizik hareketi/ jimnastik oluyor. Buradaki onu ibadetselleştiren şey inanç, inanarak onu yapması. Niyet de bu inancın ifade edilmesi. Aslında niyet bu. Niyet aslında inancın ifade edilmesi ve niçin, ne adına yapıldığının belirlenmesi. O yüzden ibadette niyetin de önemi var. O yüzden Şafi’lere göre niyet farz. 

Aslında üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylemişler yani biri niyet farz demiş, öbürü kasıt gerekli demiş, kastın üzerinde durarak dille ifade etmenin çok fazla anlamı yok demiş. Neticede aynı şeyi söylemişler...

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR