HAKK'A İNTİKAL ETMEK

Sual: Efendim günlük hayatta bir çok meşguliyet hayatımızı çepeçevre sarmış. Bunun kalbimiz, gönlümüz üstünde ciddi etkisi oluyor. Tabiri caizse kalbimiz katılaşıyor, sertleşiyor. Bu sertleşmeyi nasıl yumuşatabiliriz? Nelere dikkat etmeliyiz?

Cevap: Öncelikle, Allah insanı nasipsiz etmesin, Resûlullah Efendimiz (asv) bir hadisi şeriflerinde: “Allah senin kalbinden sevgiyi, merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?” buyuruyorlar. Kâinatın Efendisi’nin bir şey yapamadığı bir noktada hiç kimse bir şey yapamaz. Allahu Teâlâ o kişinin kalbinin taşlaşmasını murad  etmiş ise ona yapılabilecek bir şey yok. O yüzden diyoruz ki Allah kimseyi nasipsiz etmesin. 

Ayeti kerimeye baktığımızda kalbi katılaşan, mühürlenen insanları tarif ederken Cenâbı Hak, buyuruyor ki ‘summun’ sağırdırlar; ‘bukmun’ dilsizdirler; ‘umyun’ gözsüzdürler... Bunların neticesini getiriyor başka bir ayette ‘hatemallahu alâ kulûbihim ve ala sem’ihim ve alâ ebsarihim’... Yani dilsizliklerinin, sağırlıklarının, körlüklerinin yanında onlar aynı zamanda gönülsüzdürler. Demek ki kalbi katılaştıran şeyler ilk etapta bunlar. 

Sonra başka özelliklerinden bahsederken Cenâbı Hak ‘la yefkahun’; fehimsizler, idraksizler; ‘la yeş’urun’; şuursuzlar; ‘la ya’kilun’; akılsızlar... buyuruyor. Bütün bunları bir imama bağlayacak olursak fikirsizler, anlayışsızlar.

Demek ki kalbi korumak için insanın belli azalarını koruyup o azalarıyla asli vazifelerini ifa etmesi gerekiyor. Yani kalp katılaşmasın diye bir, gözünü haramdan sakınacak... Gözüne sahip olacak gözü ile harama bakmayacak. Gözü harama baktığı sürece hakikatı göremez. Ayetteki ‘umyun’ ifadesinin muhatabı olur, kör olur. Ve kalp katılaşmasın diye gözü ağlayacak. Gözünün ağlaması, o yaş hem onun o ana kadar harama bakmışsa gözünün kirini temizleyecek hem de o sıvı/su/yaş kalbini yumuşatacak, kalbi kuraklıktan kurtaracak. Dışına belki yaş akacak içine nedamet akacak,  hüzün/mahzuniyet akacak. Ve kalp Allah’tan uzak olduğu için Allah’a hasret duyacak, her an Allah’ı arzulayacak. O kalp daha nasıl katılaşsın ki... o kalp öyle bir potada  erir ki bir lav nehri gibi, ateş nehri gibi olur. Hem  kendisi yanar hem temas ettiği, aktığı yeri, gönülleri yakar. 

Gözün harama bakmasında, biz haram deyince hep saçı uzun aklı kısa birilerine bakmayı anlıyoruz. Yani şehevi bir bakış... Haram sadece bir kadına bakmak değil.  Allah ile senin arana girebilecek kalbini meşgul edip Allah’tan uzaklaştıracak her şeye bakman haram nazardır. İç geçirerek dünya nimetlerine de baksan haram nazardır. Senin kalbini bozan, sadece kadının yanağı, dudağı, baldırı değil. Misal güzel araba... Kalbini bozuyor mu, seni kendine imrendiriyor mu? Haram nazar... Dünya binaları meşgul ediyor mu seni? ‘Ah benim de olsaydı’ diyor musun? Süslü vitrinler, zengin caddeler, lüks mobilyalar meşgul ediyor mu seni? Haram nazar... 

Yani haram nazar sadece kadın değil kalbini Allah’a kapatan her şeye bakman yasak nazar. 

Dikkat edersen Kur’ân, Miraç’taki hadiseyi tarif ederken Cenâbı Peygamber için (asv) ‘Mazağe’l-basar’ buyuruyor. Onu nazara veriyor Kur’ân. ‘Mazağe’l-basar’; O’nun gözü hiçbir şeye bakmadı, gözü asla kaymadı. Allah’a bakan bir göz, Allah’ı gören bir göz, bir gönül Allah’ı bırakıp da başka bir şeye meyledemez, başka bir yöne kayamaz ki?

Gözü kaymadı, başka bir yere bakmadı, buyuruyor Cenâbı Hak. Yani bunu buyururken bize de işittiriyor: Allah’ı görmek istiyorsanız gözünüzü her şeye kapayın, kaydırmayın gözlerinizi. Bakın bu hususi bir haldir. Cenâbı Hak burada âşığın ahvalini,   aşkı arzulayanları, arayanları, isteyenleri böyle tarif ediyor. Umumu/insanlığı/Müslümanları tarif ederken ne buyuruyor: “Ve yüsebbit akdamena.” Ayakları kaymadı diyor.  Yani ‘ayağımızı kaydırma’ duasını öğretiyor.  Bir farklı mana da bu. ‘Onların ayakları kaymadı’ dinde sabit oldular. Bu umumun hali.

Bir gömlek ilerleyince “la tuziğ kulubena” buyuruyor. Kalpleri kaymayanlardan bahsediyor. Kalpleri kaymadı. Ayağı kaymayanlar avam müslümanlar, kalpleri kaymayanlar havas müslümanlar, “Mazağe’l-basar” gözleri kaymayanlar hâssü’l-havaslar... 

Gözü kollarsan, gözünü açık tutar, ‘umyun’ ifadesinin mazharı olmazsan ‘ve ala ebsa-rihim’ fehvasından kurtulursan, gözünün mührünü kırarsan ayağın da, kalbin de, gözün de kaymaz. 

Bakın Cenâbı Hak bedenin üç noktasını tarif buyuruyor: Kadem, gönül, baş-göz. Demek ki o zaman bütün beden müstakim oluyor, sabit oluyor, Allah’tan kaymıyor. Ayağın sabit,  bir tarafa gitmiyor; kalbin sabit, içine başka bir şey almıyor; gözün sabitleniyor başka bir şey görmüyor. Bir cepheden kalbi koruma altına alıyorsun, katılaşmaktan kurtarıyorsun.

Cenâbı Hak ne buyuruyor: ‘Bukmun’ dilsizdir onlar...”  Dillenebilmek için ağzını koruman gerekiyor. Ağzından girip çıkana dikkat etmek zorundasın. Ağzından ne giriyor ne çıkıyor bunlar seni dilsizleştiriyor. Yeyip içtiğine, konuştuğuna dikkat edeceksin. Bu dikkatle birlikte Allah’ın zikrine dilini alıştıracaksın. Allah Resûlü’nün ifadesiyle: “Dilinden zikrullahın rutubeti kurumasın.” Dil hep yaş/ıslak kalacak ki    -tabiri caizse- gönül kurumasın, Allah’ın zikriyle kalp, kurumasın-katılaşmasın hep yumuşak kalsın. 

Yine dikkat çekiyor Cenâbı Hak, böyle olmayınca “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler.” Bu ayetin zahir manası dinin aleyhinde propaganda yapan, din hakkında ileri geri konuşanlar hakkında ama bunun dervişlere yönelik bir cephesi de var: Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. O nur nerede, gönülde. Dedik ya ‘la tuziğ kulubena’, Ağızdan giren çıkan şeyler o nuru söndürebilir. Sürekli Allah’ın zikri ile ağzımızı, dilimizi, lisanımızı, rektifiye edecek, sürekli kalaylayacağız. Dilsizlikten kurtulacağız. 

Sağırlık, ‘summun’, ‘onlar sağırdırlar’. Kulağımıza da sahip çıkacak, kulağı da koruyacağız. Neden koruyacağız kulağımızı? Buradan girip de içeriyi karıştıracak yalan dolan, boş söz, malayani, gıybet veya dünyanın fuzuli medhine, şâşâsına kulağımızı tıkayacağız. Her şeye kulak kabartmayacağız. Hakk’ı dinlemeye çalışacağız. Eşyanın ana dilini dinlemeye çalışacağız. Evet, eşyanın zikrini duyabilmek istiyorsak, dertli gönüllerin iniltisini duyabilmek istiyorsak kulağımızdaki gürültüleri keseceğiz. 

Kulağımızı da koruyacağız oradan da içeriye kalbi katılaştıracak hiçbir cereyan, enerji, akım gönle gitmemeli. Sürekli Hak sesine, Hakk’ın davetine-hitabına açık olacak. Her an beni çağırabilirler. Gürültü olursa duyamazsın o daveti, geçer. 
Dervişin kulağı sak
Hak'tan alır ol sebak
Deprenmeden dil dudak
Sözü işiten gelsin

diyor, Hazreti Eşrefi Rumi.  

Kulağın öyle olacak ki dil dudak deprenmeden denileni işiteceksin, kalbi muhafaza edeceksin.

İşte bütün bunların sende oluşturacağı, bunların bağlandığı imam olan;gözünden, kulağından, ağzından derken vücuttaki bütün verileri toplayıp kalbe aktaran beyin, tefekkür/düşünce/anlayış... Anlayışın sertleştiği an kalbin de sertleşecek. Anlayışında ne denli şefkat, merhamet, huzur-huşu varsa kalbini o denli yumuşak kılacak. Havanın soğukluğu veya sıcaklığı kâinatta bütün dengeyi etkiliyor. Hava soğuk oldu mu her şeyde bir sertlik oluyor. Toprak da sertleşiyor meyveler de sertleşiyor hatta soğuktan yanabiliyor. Sertleşen hava kara/buza dönüşüyor. Yumuşayınca muson yağmurlarına dönüşüyor, buzullar eriyor. Buzullar eridikçe dünyanın birçok yerinde seller oluyor... Ortada görünen bir şey var mı? Yani havanın değiştiğini ısındığını/soğuduğunu görebiliyor muyuz? Yok. O da bir çeşit enerji, etkiliyor. 

İşte insanın zihniyeti böyle. İnsanın zihni değiştiğinde gözün bakışı da değişiyor. Odaklandığın noktalar, hedeflerin değişiyor. Kulağının işitme sistemi değişiyor. Konuşma şeklin değişiyor... 

Bu azalarımıza sahip olmak durumundayız. Genelde bedenimizi sevk ve idare eden bu azalarımız. Demek ki insan bu azalarına sahip olduğunda bütün bedenini kontrol altına almış oluyor. 

Biz gözümüzün gördüğünü tutuyoruz. Şu masanın üstünü görmesek bir şey tutamayız. Hareket oranımız azalır. Görmesek konuşmak da gelmez içimizden, kime, neye konuşacağız... Görmüyoruz. 

Görünce istek oluyor. Dolayısıyla bütün azalar böyle. İnsan bir güzellik görüyor ona doğru yürümek istiyor, görmese yürümez. İşitiyor hareketleniyor, işitmese sakin kalır. 

Cenâbı Hak bizi öyle can alıcı noktalardan tutuyor ki, ‘elsizdirler, ayaksızdırlar, ciğersizdirler, dalaksızdırlar...’ buyurmuyor; ‘Gözsüzdürler, gönülsüzdürler’ diyor. 

Demek ki biz bu azalarımıza sahip olduk mu  bütün bedeni muhafaza altına almış oluyoruz. Hem ayağımızla hem kalbimizle hem gözümüzle sabit oluruz. “Yüsebbit akdamena”; “la tuziğ kulubena”; “Mazağe’l-basar...” Bütün bunları birleştirdiğinde adeta sen de “Kâbe kavseyni ev edna” olursun kavsın, yayın iki ucunun birbirine dayanması, birbiri ile birleşmesi ve ondan da ileri... İlerisi ne olabilir? O iki ucun birleşmeden de ileri, iç içe geçmesi, birbirine fani olması... Bunu tarif etmek mümkün değil. İşte böyle bir yakınlık olur. Bu yakınlıkta insan bulacağını bulur. Bu yakınlıkta fena olur, beka olur, olur da olur... Bir yerden başlamak lazım. İster gözünden başla, ister kulağından başla, ister dilinden başla ama bir yerden başla...

Sual: Biz Kur’ân kursunda hafızlık yaptığımız  sırada ilk başlarda yaptığımız hatalara hocalarımız çok fazla kızmaz, bizi mesul tutmazdılar. Tasavvuf da bir nevi medrese gibi. Bizler her gün yeni meseleler öğreniyoruz ve bu meseleleri de hemen kavramak, anlayıp amel etmek  müşkül   olabiliyor.    Bazen bir konunun anlaşılması yılları  alabiliyor. Tam anladığımızı zannettiğimizde, anlamadığımızı, daha çok gayret etmemiz gerektiğini farkediyoruz. Bu arada da birçok hatalar yapıyoruz. Bu hatalara büyüklerimiz nasıl bakıyor?

Cevap: Şimdi tasavvuf bir tekamül hareketi olduğu için bugün dinleyeceğin sohbette anlayacağın en uygun şey, dün ne kadar yanlış yaptığın, dün dinlediklerini ne kadar yanlış anladığındır. Yarın anlayacağın şey de bugün ne kadar yanlış yaptığındır. Bu yolda bir adım ileri attıkça, bir adım öncenin yanlış olduğunu anlayacaksın, tekamül böyle. Sürekli geçmişine nedamet duyarak yol alacaksın. Aslında gittiğin yol aynı yol, yol değişmiyor, senin bu halin değiştiği için tekamül ediyorsun. Misal denizde yüzen bir adam kulaç attıkça ileri gidiyor. Deniz aynı deniz, deniz duruyor kulaç attıkça ileri gidiyorsun. Bir adam yolda yürürken yol değişmiyor, adım attıkça yolun ilerisine gidiyor. Tarihten bugüne aynı yol sabit duruyor. Sen yürüdükçe sanki yol yürüyor. Hakikatler de öyle, hiç değişmiyor ama sen bugün arkana baktığında dün ne kadar yanlış yaptığını görüyorsun. Niye? Çünkü Hakk’a bir adım daha yaklaştın. Işığı buldukça geçmişin ne kadar karanlık olduğunu anlıyorsun. 

Bu duygu bitmez. Bize büyüklerimiz buyurmuşlardı ki, bir dervişi üç gün bir hücreye koyun, çıkarın. ‘Ekmek, su’ diyorsa onu salın gitsin ekmeğini suyunu kazansın. Üç gün sonra onda bir değişiklik görüyorsanız onu alın. Saniye bi saniye insan değişebilir. Allah her an bir iş üzerinde, her an Hakk’ın bir tecellisine mazhar olup farklı bir hale, farklı bir ruhaniyete, marifete bürünebilirsin. 

Bunun için tasavvuf yolunda bir şeye takılıp kalmak yok. Takılacağın tek şey mürşidi kâmil olmalı. Sen kâmile takılacaksın. Onun seyri ne tarafa ise o tarafa gideceksin. Yani mürid adeta mürşidinin üzerinde bir rüzgar gülü gibi olmalı. Rüzgar ne taraftan esti o gül o tarafa dönecek. Mürşidin himmet rüzgarı, mürşidin tecelli rüzgarı, mürşidin irfan rüzgarı ne taraftan eser bilemezsin. Doğudan esti doğuya döneceksin, batıdan esti batıya döneceksin. Takılacağın tek şey bu olacak.

Bunu biz her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Bu anlamda müridin her şeyi mürşittir. Nasıl ki Fıkıh’ta avamın mezhebi yoktur. Avam âlime tabidir. Avam mezhebten anlamaz, mezheb avam için değildir. Avam alime tabi olur, sorar; alim söyler, öyle yapar. Müridin de bir tarikatı yoktur. Müridin varı yoğu mürşittir. Ne derse onu yapar. 

Dün akşam Küçük Hüseyin Efendi Hazretlerinin hoşuna giden ilahileri, beyitleri, deyişleri okuyorduk, orada bir söz dikkatimi çekti. Bir şair diyor ki: “Bir kâmil mürşide ölmeden evvel ölmek nedir, diye sordum.” O da bana buyurdu: “Her şeyi bırakıp intikal etmektir.” Ben de o an her şeyi bırakıp intikal ettim. 
Yani ‘Ölmeden nasıl ölürüm?’ diye sordum diyor, mürşid de diyor ki ‘Kalbini Allah’tan gayri bütün alakalardan, bağlardan kesip fani olan bu ilgilerden, dünyadan çekilip Allah’a, Hakk’a, hakkaniyete intikal etmendir.’ 

Evet, Allah kolaylaştırınca kimine böyle kolay oluveriyor. Ama biz sözde ölüme hazırız, ‘Tamam, Allah için ölelim’ diyoruz ama ölürken susarım su da yanımda olsun, çay da güzel, çay da bulunsun. Havlu, ölürken terlerim, terimi silerim havlu da olsun... Geçemiyoruz... Bu sefer huzura çıktığımızda bakıyoruz ki gönlümüz çöp evlere  dönmüş. Bazen gazetelerde okuyoruz belediye bir yerde bir ev bulmuş, çöp ev. Adam yetmiş sene toplamış eve yığmış kaç kamyon çöp çıkmış evden. Mesela gazete bulmuş eve getirmiş, şişe bulmuş getirmiş odun bulmuş getirmiş, çöp ev... 

Huzura çıktığımızda şöyle gönlümüze bir nazar ediyoruz ki çöp evlere benziyor. Düşün öyle bir gönülde aradığımızı nasıl buluruz? Hele bir de bunun son deminde, son nefeste olduğunu düşün. O kadar acil lazım ki sana o aciliyetin içinde, o karmaşada sen aradığını  nasıl bulur getirirsin?

Espirisine bunu anlatırlar: Hoca eve nikaha gitmiş, nikah kıyacak. Geline demiş ‘Kızım bir şahadet getir.’ Kız kalkmış hemen içeri gitmiş dolanmış fırlanmış, aramış taramış gelmiş demiş ki ‘Hocaefendi kusura bakma o dediğin bu evde yok, bulamadım.’ Hoca ‘Neyi kızım?’ diye sormuş, Kız ‘Şahadet getir dedin ya, aradım şahadet evde yok’ demiş.

Gönül evinde sonra şahadeti bulamayabiliriz. Allah esirgesin. Kalbin yumuşaklığı şöyle dursun, kalp karışıklığı, zihin karışıklığı, hayat bulanıklığı öldürür insanı. Bunlar için teslim olup Allah’ın dostlarına intikal etmek lazım... İntikal etmek lazım...

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR