HÂCEGÂN’IN GÖREVİ İNSANLIĞI ALLAH’A, ALLAH’I İNSANLIĞA SEVDİRMEKTİR

İlk sayısını çıkartmaktan mutluluk duyduğumuz Gülzâr-ı Hâcegân dergisinin tanıtımına katkı sağlamak amacıyla dergimizin isim babası, manevi büyüğümüz, Hâcegân yolunun günümüzdeki varisi Yakub Hâşimî Hocaefendi ile Hâcegân yolu ve Hâcegân cemaatini konuştuk. Hem dergimizin isminin anlamını merak edenlere bir cevap niteliğinde olması için hem de bu ismi niçin kullandığımız hakkında akıllarda oluşan sorulara bir cevap olması dileğiyle röportajımıza başlıyoruz…

Gülzâr-ı Hâcegân: Muhterem Hocam malumunuz, Cenâbı Hakk’ın tevfikiyle Gülzâr-ı Hâcegân dergisi tanıtım sayısıyla yayın hayatına başladı elhamdülillah. Okuyucularımızın da akıllarında oluşması muhtemel bir soru olarak öncelikle size Hâcegân’ı soracağız. Hâcegân nedir, hangi mânâlara gelir?

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Eûzu billahi mine’ş-şeytani’r-racim. Bismillahi’r-rahmani’r-rahim. Elhamdulillahi Rabbi’l-âlemin. Ve’s-selâtu ve’s-selâmu alâ Rasulîna Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.

Malum isimler bir simgedir. İsimler sıfatların, fiillerin, hallerin şekillenmiş, gün yüzüne çıkmış, vazıha kavuşmuş, açıklanmış halleri demektir. Malum Cenâbı Hak Hazreti Âdem’i (aleyhisselâm) ilk yarattığında ilk olarak ona eşyanın isimlerini öğrettiğini[1] buyuruyor. Âdem’in (aleyhisselâm) Allah’ın (celle celaluhu) vahdaniyetinden sonra öğrendiği ilk şey isimdir. Mesela Cenâbı Hak bizlere veya varlık âlemine, yaratılmışlara birbirinden ayrışmaları için muhtelif özellikler vermiştir. En belirgin özellikleri isimleridir. En seçkin olanlara varlık âleminde insan demiştir Cenâbı Hak. İnsan ifadesiyle onları isimlendirmiş, tesmiye etmiştir.

İşte hayvanat diyoruz… Bir başka âlem, bir başka varlık gurubu: Nebâtat ( bitkiler) diyoruz; cemâdat diyoruz madenler, cansız dediğimiz cisimler.

İnsanların içinde de en seçkin topluluğu Cenâbı Hak Müslüman diye tesmiye etmiş. “Sizin tek isminiz var Müslümansınız.” [2] buyuruyor. Demek ki isimler eşya ve hadisenin, hal ve hareketlerin tanınmalarına, bilinmelerine ve varlık âlemindeki yerlerini muhafaza etmelerine lazım olan, yardımcı olan en büyük etkenlerden biridir. Bizim ismi olmayan bir şeyi tanımamız anlamamız müşküldür.

Bu açıdan baktığımızda Hâcegân da bir isimdir. Yani bir ekolün, bir anlayışın, bir mefkûrenin, bir kültürün ismidir Hâcegân…

Toplumlar kültürleriyle tarih sahnesinde yerini alabilirler. Ne kadar zengin bir kültüre sahipseler o kadar köklü bir derinlikleri olur. Kültürüne yabancı, kültüründen uzak bir millet, kökü olmayan bir ot gibidir. Hemen asıldığında kopuverir. Hâcegân bizim geçmiş kültürümüzden bize mirastır. Bizi geçmişimizle irtibatlayan, alakalandıran, bize tarihimizin derinliklerinden miras kalan bir kültürdür Hâcegân.

Hâcegân aynı zamanda Allah’a giden yolda, hakikat yolunda Kur’ân ifadesiyle: “Mine’n-nebiyyîne ve’s-sıddîkîne ve’ş-şuhedâ-i ve’s-sâlihîn” ;[3] Nebîler, Ashab, Ehl-i Beyt ve Evliyaullah silsilesinin bir merhalesi, bir durağıdır. Dolayısıyla onlarla özdeşleşmiş bir isimdir Hâcegân.

İlahi silsilede, o Rabbani zincirde peygamberleri görüyoruz. İnsanlığın hidayet rehberi, en hakiki, en kâmil mürşidler peygamberlerdir. Âdem ile başlayan bu silsile Efendimize kadardır. Ondan sonra Ashabı kiram diyoruz. Efendimizden sonra bu rabbani zincirin ikinci bir halkası Ashabı kiram. Bu insanlardan sonra kıyamete kadar gelecek üçüncü halkaya da sâdâtı kiram diyoruz. Saadete, selamete, hidayete ermiş topluluk. Kur’ân’ın Şehitler ve Salihler diye zikrettiği bu topluluğun ismine sâdâtı kiram diyoruz. Hâcegân bir dönem bu sâdâtı kirama verilen bir isim.

Hâcegân, Sâdât’tan olan bu zincirin üçüncü halkasıdır. Coğrafî olarak baktığımızda Maveraünnehr bölgesinde, bugünkü anlayışla Türk coğrafyası dediğimiz Orta Asya bölgesinde insanlara verilen isim. Farsça bir kelime. Çünkü Farsça edebiyata müsait, edebi, çok tatlı bir dil... Hatta tarif ederken büyükler öyle buyurmuşlar ki, Arabî lisan helva gibi, Farisî lisan şeker gibidir.

Hâcegân, Türkçe’de “Hocalar Zinciri” demektir. Yani asrın bilginlerine, mütefekkirlerine, münevverlerine, âriflerine, âşıklarına en üst seviyeden verilen bir isimdir Hâcegân.

Bugün bu cemaat de bu öz kültürüyle bütünleşmek, varlığını devam ettirmek istediğinden, köklerinden kopmamak için bu tarihi ismi almıştır. Ama burada önemli olan şey isimden ziyade asıldır. Asıl da o insanların hallerini almaya çalışmaktadır. Bu cemaat anlayışlarını, hizmet ve himmetlerini, uhrevî ve dünyevî bakış açılarını almaya çalıştığından kendilerini onlara atfetmişlerdir.

Kısaca Hâcegân’a verilmesi gereken anlam budur.

Gülzâr-ı Hâcegân: Hocam biraz önce kısaca da olsa değindiniz, Hâcegân’ın tarihi gelişiminden biraz daha bahsedebilir misiniz? Günümüze gelene kadar hiç kesintiye uğradığı, bu ismin kullanılmadığı dönemler olmuş mu?

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Tabi her öz kendine bir kabuk oluşturmak zorundadır. Kabuğu olmayan özlerin muhafaza edilmesi çok müşküldür. Dedik ya her toplumun kendine özgün bir kültürü, özüyle bütünleştirdiği bir kabuğu var. Zaman zaman şartlar gereği bu kabuk değişebilmekte. Misal Türkiye’de yetişen karpuzun dış kabuğu daha yuvarlak ve yeşil iken, İran bölgesinde yetişen karpuzlar hem şekil olarak elips hem de çizgili olmakta. Yani o iklim şartlarına göre farklı bir kabuk oluşmakta. Toplumlar da bazen yaşadıkları müsbet veya menfi oluşumlardan etkilenerek kabuk değiştirebilmişler.

Tarihin seyri içinde Hâcegân silsilesi Orta Asya ve Maveraünnehr dediğimiz bu bölgede Yusuf Hemedani Hazretleri ile başlamıştır. Yani Cenâbı Peygamber’den Hazreti Ebubekir Sıddık (radiyallahu anh) vasıtasıyla devam eden bu sâdât zincirinde Hâcegân ekolü Ali Farimedi Hazretleri’nden sonra Yusuf Hemedani Hazretleriyle başlamış ve O’nun bir halefi Ahmet Yesevî, diğer bir halefi Hoca Abdulhalık Gucduvânî. Bunlar vasıtasıyla yayılmış, devam etmiş.

Ta ki bu anlayış, bu kültür, bu zaviye Hoca Muhammed Bahauddin Hazretleri’ne kadar devam etmiş. Hoca Bahauddin Hazretleri’yle birlikte bazı anlayışlarda ve dolayısıyla uygulamalarda yapılan değişikliklerden sonra bir kabuk değişimi, bir isim değişimi olmuş. Bu ekole ondan sonra Nakşibendilik denmiş.

Aslında Hâcegâniyye ekolü Nakşibendiliğin özünde içinde mündemiçtir. Bugüne kadar öyle gelmiştir.

Bugün Allah’ın lütfuyla o geçmiş anlayışla yani Şah-ı Nakşibendi’den önceki anlayışla, halle, kemalle bir izdüşümü olduğundan, bir örtüşme, buluşma, kaynaşma olduğundan Hâcegân yeniden filizlenmiş, aslına kavuşmuş dolayısıyla da o isimle anılmaya başlamıştır.

Yoksa belki yaşantıda, bir anlayış güzelliği olarak tasavvufî ekollerin içinde Hâcegân anlayışı vardı ama bir bütünlüğü yoktu, farklı isimlerle tanınıyordu. “Her şey aslına rücu eder.” diye buyurulmuş, bu ahir zamanda da inanıyoruz ki bu hakikat da aslına rücu etmiştir.

Gülzâr-ı Hâcegân: Efendim bugün yeniden filizlenmeye, özüne dönmeye başlayan Hâcegân anlayışıyla Şah-ı Nakşibendî Hazretleri’nden önce var olan Hâcegân anlayışı arasında bir farklılık var mı, yoksa aynı özellikleri mi taşıyor?

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Öz olarak aynı ama tabi bugünün şartlarından dolayı bugünün ihtiyaçları, insanların kültürleri, eğitimleri, fikirleri, yaşam tarzları, dinin algılanışı… Bu sebeplerin getirdiği farklılıklar olabilir. Günümüzde muhteva olarak biraz daha zenginleştirilmiş, bir zenginlik kazanmıştır ama öz olarak aynıdır.

Gülzâr-ı Hâcegân: Günümüzdeki Hâcegân anlayışı bugünkü şekliyle bilinen mânâda bir tarikat mı, bir cemaat hareketi mi yoksa hepsi mündemiç bir ekol mü?

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Aslında meselelere bu anlamları bizler yüklüyoruz. Yani cemaat, tarikat, teşkilat… Bunların içini biz ne ile doldurursak öyle bir anlam kazanır. Temelde bunlar birbirinden çok farklı şeyler değildir. Tarikatı bir seyir, bir yol, bir kültür diye düşünürsek bugün ister menfi, ister müsbet olsun sistemleşmiş, ekolleşmiş, teşkilatlanmış, müesseseleşmiş, kurumlaşmış bütün anlayışlar, görüşler birer tarikattır. Nakşibendilik, Kadirilik bir tarikat olduğu gibi misal Hanifilik, Şafilik de bu anlamda bir tarikattır. Onlar zahiri tarikatler; Nakşilik, Kadirilik bâtıni tarikatler. Bugün Nurculuk, Süleymancılık denilen anlayışlar da bir tarikattır. Niye? Sistematize olmuşlar kurumlaşmışlar, teşkilatlanmışlar, müesseseleşmişler, belli sorumlulukların altına girmişler. Öyleyse bunlar da bir tarikattır.

Menfi mânâda Siyonizm, Kapitalizm, Laisizm bir tarikattır. Dedim ya içlerini doldurduğunuz şeylere göre bunlar farklılık arz ediyorlar. Sizin yüklediğiniz anlamla farklı anlaşılıyor. Yoksa temelde bunların hepsi birdir. Bütün cemaatler ister zikri cemaatler olsun ister fikri cemaatler olsun hepsi bir tarikattır. Ama genelde gerçek ıstılaha baktığımızda tarikat diye sadece tasavvufun kurumlaşmış haline denilmekte. Bâtıni anlayışlara, manevi seyirlere tarikat denilmekte. Bu şekilde bir anlayış oluşmuştur yoksa kelime mânâsında bütün kurumlar bir tarikattır.

Bu anlamda Hâcegân da bir tarikattır. Aynı zamanda bir cemaattir. Şer-i ıstılahta bir cemaattir, tasavvufî anlamda bir tarikattır, siyasi anlamda bir teşkilattır. Kullanılan umdelere göre farklı isimler verilebilir.

Bunlardan ziyade asıl önemlidir. Asılda Hâcegân salt bir tarikattan ibaret değildir. Kuru anladığımız mânâda bir tarikattan ibaret değildir. İçinde geçmişten bugüne gelen dini, milli, tasavvufi kültürleri mezceden, bunları birleştiren bir cemaattir Hâcegân.

Gülzâr-ı Hâcegân: Hâcegân’ın özellikleri nelerdir?

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Malum İslam’da mükellefin özellikleri diye zikredilir: âkil olmak, baliğ olmak, Müslim olmak… Bunlar teklif için temel özelliklerdir. Ondan sonra bazı tekliflerde de sıhhatli olmak, ekonomik yeterliliğe sahip olmak, gani/zengin olmak gibi özellikler zikredilir.

Hâcegân’ın en belirgin özelliği Allah’a imandan sonra, tevhidden sonra şedid bir muhabbet taşımak, muhabbet sahibi olmak… Yaradan’a karşı ve Yaradan’la bir şekilde irtibatlı olan her şeye konumuna ve durumuna göre muhabbetkâr olmak… Bunlar kudsî değerler de olabilir milli değerlerimiz de olabilir veya meşru olan bazı dünyevi meselelerimiz de olabilir. Şedid bir muhabbet beslemek.

İmandan sonra Sünnet’e ihtilafsız, hilafsız bir şekilde, saf bir gönülle mutabaat etmek. Allah Resûlü’yle bütünleşmek. Bu hem anlayışta, hem yaşantıda, hem ifadede, hem tavırda, harekette, ahlakta… Yani hayatın bütün şubelerinde, hayatın devamlılığına lüzumlu olan bütün şubelerde Allah Resûlü’yle birebir ilişki içinde olmak Hâcegân’ın ikinci umdesi.

Hâcegân’ın üçüncü özelliği anlayışı/idraki/tefekkürü her şeyin üzerine çıkarmak, buna çok önem vermek. İnsan olmanın farkı ve gereği bu diye düşünüyoruz.

İslamî ıstılahta uhuvvet dediğimiz kardeşliği sürekli canlı tutup süreklilik kazandırmak; Rabbanî ve Semedanî olan ilmin amelle bütünleşerek devamını sağlayıp o gerçek, Rabbani ilimden ciddi bir kültürün oluşmasına yardımcı olmak. Bu kültür tasavvuf kültürü olur, sanat anlayışı olur, sanatın içinde sanatın şubelerini oluşturan bütün kurumlar buna dâhildir. Meşru ölçülerde felsefî kültür bunun içindedir, felsefenin ayaklarından biri olan sosyoloji, edebi kültür bunun içindedir.

Ama bütün bunların temelinde Rabbani olan ilmin ağırlığı, belirleyiciliği ve yönlendiriciliği olmak şartıyla böyle bir öz, böyle bir kültür oluşturmak Hâcegân’ın belirli özelliklerindendir.

Bununla birlikte velayet anlayışını canlı tutmak… Çünkü İslam’ın bekası, devamı anlayışımıza göre buna bağlı. Mevzuya başlarken söylediğimiz o silsile; Peygamberler, Sahabiler, Ehl-i Beyt ve Veliler bu anlayışı bu hatveleri, bu adımları devam ettirmek. Çünkü din bunlarla kaim ve bunların üzerinden intikal ederek, bunların hallerinde muhafaza edilerek, bunların filleri örnek gösterilerek bize kadar intikal etmiştir. Bizden sonra da bunun devam etmesini istiyorsak aynı anlayışı muhafaza etmek, canlı tutmak zorundayız. Hâcegân’ın genel prensipleri bunlar…

Gülzâr-ı Hâcegân: Sohbetlerinizde sürekli insanlığın günümüzdeki halinden, Müslümanların özellikle bugünkü ahlakî çöküntüsünden, Müslümanların bir mânâda çaresizliğinden bahsediyorsunuz… Bu mânâda Hâcegân’ın insanlığa vaat ettiği nedir, ya da neyi olgunlaştırmaya çalışıyor?..

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Evet, Hâcegân’ın bu mânâda yakın ve uzun vadedeki müfredatı/programı dört beş merhale/adım olarak belirlenmiştir. Bu tekâmül etmiş bir iman. İnsanlık için ve özellikle Müslümanlar için imanda kemalat, şuhut ve yakîn mertebeleri.

Amelde salahat, vasıflı bir amel. Amel derken sadece uhrevi mânâdaki filleri anlamamalıyız. Çünkü Müslümanın din ve dünyası birbirinden ayrı şeyler değil, aynı düzlemde olan şeylerdir. Çünkü her ikisinin de sahibi, Şari’si Hazreti Allah’tır. Her ikisinde de netice olarak Allah’a karşı sorumludur. Müslüman bu yüzden din ile dünyasını birbirinden ayıramaz

Salih amel olarak namaz, oruç akla gelebileceği gibi dünyevî herhangi bir işte en temiz şekilde yapılabilirliğini göstermek, en güzelini yapmak da salih ameldendir. Bu mânâda diyoruz ki vasıflı amelde muvaffakiyet, bu kazanıma sahip olmak. Bu mânâda tekâmül etmek, mahmud bir ahlaka, övülmüş, seçilmiş, beğenilmiş bir ahlaka sahibi olmak ki bunun örneği ahlakı tamamlamaya gönderilmiş olan Kâinatın Efendisidir, O’nun ahlakıyla bezenmek…

Temiz, karışıksız, her türlü şekten şüpheden İsrailiyattan, vehimlerden, bid’atlerden arındırılmış bir ilim… Yalnız Allah’ın el-âlim sıfatının tecellisi olarak düşünebileceğimiz, hiçbir şeyin gölgesine girmemiş temiz bir ilim.

Ve helal bir rızık… Kanaatle birlikte helalden kazanılacak rızık ve bunun yolları Hâcegân’ın insanlık için düşündüğü ve vermeye çalıştığı umdeler…

Bu konularda insanlığı eğitmek, açılımlarını sağlamak, bu meselelere dikkatlerini çekmek ve bunlarla onları bütünleştirmek… Tek kelimeyle özetlemek gerekirse: “İnsanlığı Allah’a, Allah’ı insanlara sevdirmek” ve bu umdelerle insanları bütünleştirmek…

Hâcegân’ın insanlar üzerinden yapmak istediği bu…

Gülzâr-ı Hâcegân: Malum dergimiz yayın hayatına birinci sayısı ile başlıyor elhamdülillah. Hem dergide fiilen emeği geçen kardeşlerinize hem de okuyucularımıza neler tavsiye edersiniz?

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Ben en önce böyle bir hayra vesile olduğunuz için Allahu Teâlâ’dan bütün insanlık için, kendimiz için, sizin için af ve mağfiret; merhamet ve muvaffakiyet; dareynde saadet dilerim. Sizlere teşekkür ederim.

“Din nasihattır.”[4] buyurulmuş. Bu vesileyle dergiyi okuyacak, dinleyecek kardeşlerimize tavsiye/nasihat mahiyetinde şunları söyleyebiliriz:  Her şeyden önce kendilerini anlamaya, kendilerini bilmeye ve tanımaya çok sa’y etsinler. Çünkü “Kendini bilen anca rabbini bilir.” buyrulmuş. Unutmasınlar ki insan yeryüzünde Allah’ın en büyük eseridir. Allah’ın hikmet aynasıdır, kâinata yansıyacağı bir aynadır ve insan Allah’ın muhatabıdır. Her hal ve hareketini bu muhataplığı düşünerek olgunlaştırmaya, yaşayıp yaşatmaya gayret etsin.

Düşünebilirsek bu kadarı kâfidir…

Gülzâr-ı Hâcegân: Hocam vermiş olduğunuz çok değerli fikirler için çok teşekkür ederiz…

Yakub Hâşimî Hocaefendi: Allah razı olsun…


[1] El-Bakara (2/31)

[2] El-Hac (22/78)

[3] en-Nisa (4/69)

[4] Müslim, İman,95