FETH-İ MÜBİN ÖNCE KALPLERDE BAŞLAR - 1

Cenâbı Hakk’ın Rızası


İmam Efendi buyuruyor ki: “Mevla’mız Dünya’dan bu üç şeyden memnun olur, razı olur.” Mademki bunları Rabbimiz seviyor, bizi bunlarda muvaffak kılsın inşaallah. Nedir bu üç şey? Kalb-i zakir… Allahu Teâlâ zikreden bir kalbi seviyor. Kendi ile meşgul olan, Kendi muhabbetiyle, ülfetiyle, ünsiyetiyle, marifetiyle dolu olan bir kalbi seviyor. 

İki: Lisan-ı şakir… Nimetlerini unutmaksızın, o nimetlerinin karşılığında Kendisine şükreden bir dil… Şükürle meşgul olan bir lisan…

Üç: Vücud-u sabir… Sabreden bir beden, sabreden bir insan… Demek ki Cenâbı Hak sabrı seviyor, şükrü seviyor, zikri seviyor. Kim bunlarla hemhal olursa onu da seviyor. Zakirleri yani dervişleri, şakirleri/şükredenleri ve sabirleri/sabredenleri seviyor ve zaten bunları birçok ayette de müjdeliyor. Cenâbı Hak Ahzab Suresinde:

Bismillah, 

… Allah'ı çok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (el-Ahzab: 33/35) 
buyuruyor.

“Allah’ı çokça zikreden erkekleri ve kadınları müjdele.” buyuruyor. “Ve’z-Zakirinellahe - Allah’ı çok zikreden erkekler” , “Ve’z-Zakirat - Ve kadınlar.” buyuruyor. 

Kadınlar da zikredermişler. Demek ki kadınlar hep dedikodu yapmazlarmış. İslam’ın kadınları, Allah’ın sevdiği kadınlar zikir ehli olurlarmış. Belki kadınlar da ehli zikir olacaklar da eşleri: “Sen kimsin, nesin? Nasıl zikir yapacaksın? Sen becerebilir misin?” diyerek mani oluyor. Ama Allah kadınları da bahsediyor: “Zikreden kadınlar - zikreden erkekler.” diye. Ve “…Eaddellahu lehum...” Allah onlara vaat ediyor, söz veriyor. Neyi? “…Ecran azima.” Onlara çok büyük bir ecir, gözlerin görmediği, göremeyeceği, akılların tahayyül edemeyeceği bir mükâfat vaat ediyor. Allah zikredene vaat ediyor, oyun oynayana değil arkadaşlar. Zikrediyorum diye oynayana değil; zikredene vaat ediyor…

Cenâbı Hak: “Şükredenler azdır.”  buyuruyor. (es-Sebe: 34/13) Şükür zor iş… Niye şükreden azdır? Şükür için Allah’tan razı olmak lazım da o yüzden.  Kimse Allah’tan razı değil. Şükretmek için “Bana bu kadar yeter; biraz da arkadaşımın, kardaşımın olsun.” diyen, böyle düşünen var mı? Yok. Biz diyoruz ki “Benim olsun kardaşıma da ben vereyim.” Ya Rabbi! Kimseyi kimseye muhtaç etme… Senin olsa, acaba verir misin? ‘Var olandan ver, ne kadar varsa’ dendiğinde, “Canım bu bana yetmiyor.” diyorsun. Diyelim ki Cenâbı Hak sana verdi, “Yeter” diyecek misin? Acaba sana ne kadar yeter? Ne kadarla kanaat edersin?.. Bu yüzden ‘şükreden az’  buyuruyor Mevlâmız.

Hz. Ömer dua edermiş: “Ya Rabbi! Beni o azlardan eyle…” Sahabi sormuşlar:

-Kim o azlar ya Hazreti Ömer? demiş,

-Allah buyuruyor ki: “O şükredenler azdır.” Ben de istiyorum ki beni o azlara katsın. Yani beni şükredenlerden etsin…

Yeter diyemiyoruz arkadaşlar. Geçmişi büyüklerimizden dinliyoruz da geçmişte öyle erler varmış ki, İstanbul’da adam sabah çarşıya çıkarmış. Bir dükkâna girdiğinde diyelim, pirinç, yağ, şeker… öteberi alacak. Pirinci alırmış, şeker de istediğinde o esnaf ona dermiş ki: “Kusura bakma kardaşım. Allah senden razı olsun pirinci benden aldın, ben rızkımı aldım, ben siftah ettim. Ama yandaki kardeşim henüz siftah etmedi. Oraya da gir bir selam ver, onda da şeker var şekeri de ondan al…” Yandaki dükkândan şekeri aldığında, o derviş de dermiş ki: “Yağı da öbür dükkândan al…” Şimdi sürekli alışveriş yaptığın bir esnaf bilse ki kendisini geçip öbür dükkândan bir şey aldın, Aman Allah’ım… 

Geçmişteki erler böyle imiş. İstanbul böyle, bu erlerle fethedilmiş. Fetih kalplerde başlar arkadaşlar. Kalpler feth olunmadıkça, kalpler açılmadıkça... Fetih, açmak, açılmak demektir. F-T-H kökünden gelir. Onun için Arapça’da anahtara miftah derler. Önce gönülleri Allah’a, nuruna, emrine, zikrine açmak… Gönlünü fethet sonra her yeri fethedersin. Fatih olursun sen, sana “Feth-i Mübin” nasib olur. Büyük fetihler sana nasib olur. Şimdi bakın her yerde fetih için bir mücadele var ama hâlâ netice çıkmıyor. Açılmak yerine sanki her şey kilitleniyor. Kilit üzerine kilit... Çünkü gönüller fethedilmemiş. Gönülde zikir yok. İnsanda şükür yok, sabır yok; şikâyet var… 

Sabredenlerle ilgili birçok ayeti kerime var: “Sabredenleri müjdele.”,“Allah sabredenlerle beraber.”, “Sabır ve namazla Allah’tan yardım dile.” , “Hakk’ı ve sabrı tavsiye edici ol…” 

Kime Rabıta Yapılır


Hazret buyuruyor: “Biz rabıtayı münkir değiliz.” Biz manevi irtibatı inkâr edenlerden değiliz. Gerek Kur’ân-ı Azimüşşan da gerek Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek sözlerinde buna dair işaretler var. Yani sûfilerin hallerine, sûfilerin amellerine, sûfilerin muamelelerine dair sahih kaynaklarımızda, temel esaslarımızda işaretler, beşaretler vardır Elhamdulillah. Fakat kime rabıta yapılır, kim rabıtaya müstahaktır, kim rabıta yapılmaya ehliyetlidir, tasavvufta bu çok hassas bir konudur. Şeriatte tevhid meselesi nasıl hassas, önemli bir mevzuu ise tasavvufta da rabıta önemli bir mevzuudur. Rabıtaya müstahak olan, kendisine rabıta yapılan zat varlığından kurtulmuş olsun. Onda ‘ene’nin eseri kalmasın. Benlik, varlık, ego, heva, süfli arzu onda olmasın. Hak’la daim olarak, huzur-u daim ehlinden olsun. Kalpteki huzuru, Allah ile beraberliği o uyanıklığı sürekli muhafaza etsin. Ancak öyle bir insana rabıta olur. Üstadımız buyuruyordu ki: “Bu mânâda tekâmül etmeyen, bir olgunluğa erişmeden kendisine rabıta veren bir meşayıh/bir hulefanın davası kuru iddiadan ibarettir. Baykan yoluna çıksın, eşkıyalık yapsın, yol kessin, adam soysun… Kimsenin imanı ile oynamasın. Daha az günah alır...” İman hırsızlığı, imanı zayi etme bambaşka bir şey.

Arkadaşlar meşihetin alametleri vardır. ‘Bana filanca verdi, ben filancadan aldım’ demenin çok fazla bir anlamı yok. Evet, bir mânâda anlamı var ama çok fazla anlamı yok. Allah ve Peygamberi’nden bir şey aldın mı? Sende bunlardan bir şey varsa bunu göster. Bu da yaşantı ile görülecektir. İcazet kaidesini bu işin affedersiniz, şarlatanlarına, sahtekârlarına karşı bir delil, bir senet olsun diye gündeme getirmişlerdir. 

Bu usul ilk Hz. Ali Efendimizle başlamıştır. Çünkü malum Ali Efendimiz’in döneminde bir tarafta harici fitnesi vardı bir tarafta da şia fitnesi vardı. Hariciler sözde hep Kur’ân’la konuşuyorlar, Allah’a iftira atıyorlar, Allah adına konuşuyorlar. Günümüz radikalleri gibi Kitap’tan başka bir şey tanımıyorlar. Şiiler de sözde hep hadisle konuşuyorlar, onlar da Peygamber’e iftira ediyorlar. Ortada iki tane büyük fitne var. Resûlullah Efendimiz (sav), Hz. Ali Efendimiz’e açıktan “Haricilerin boyunlarını vur.” emrini verdi. “Nerede görürsen onları öldür.” buyurdu. Hal böyle olunca gerçeklik için bir vesika gerekiyor. O dönemde bilhassa Basra, Kûfe gibi yeni oluşan şehirlerde etrafına bir kalabalık toplayan Allah, Peygamber adına ahkâm kesip konuşuyordu. Hz. Ali Efendimiz de bir gün Basra’ya gidiyor, Basra Mescidi’nde bir genci sohbet ederken görüyorlar. Hz. Ali Efendimiz meşlahıyla yüzünü örtüyor, bir köşeye oturup dinliyor ki acaba bu genç haricilerden mi, şiilerden mi? Bakıyor ki genç kitabın ortasından konuşuyor. Bu genç de Hasan Basri Hazretleri. Hz. Ali dinliyor mest oluyor ve “Elhamdulillah, demek ki ümmetin içinde böyle âlimler de var.” diyor. Genç Kur’ân ayetlerini tefsir ediyor, Resûlullah Efendimiz’in hadislerini yorumluyor. Allah Resûlü’nün ve ashabın hayatını en güzel şekilde anlatıyor. Hz. Ali Efendimiz genci yanına çağırıyor, yüzünü açıyor. Sahabîden, tâbiinden zatlar var tanıyorlar bakıyorlar ki Emire’l-Mü’minin… “Kardeşim konuşmanızı dinledim, çok memnun oldum, gönlüm şen oldu.” diyor ve ona orada bir icazet yazıyor. Diyor ki, “Artık sen Allah ve Resûl’ü adına konuşmaya yetkilisin. Bu dini güzel anlamışsın. Güzel biliyorsun, bunu anlatabilirsin, aktarabilirsin, hadis rivayet edebilirsin…” Hz. Ali Efendimiz’in mezunu oluyor. İlk icazeti Hasan Basri’ye veriyor. Ve ondan sonra bu kaide gelişiyor. Bu gerçek ilim/kemal sahiplerine böyle bir diploma veriliyor. Bu sonra Sûfiyye içerisinde usul, gelenek oluyor. İntikal böyle devam ediyor. Ama temeli fitneye karşı. Yani bu kişi harici değildir, bu kişi şii değildir. Gerçek ehlisünnettir, vel cemaattir. Bu dini mükemmel anlamıştır. Maalesef bugün bu gelenek devam ediyor ama içi boşaltılmış. “Ben şundan aldım, ben bundan aldım…” Herkes birbirinden alıyor ama o kemal var mı? 

Bir gün Ankara’dayız Mürşidimizi (Abdulhakim Hüseyni Hazretleri) bazıları ziyarete geldiler. Üstadımız rahatsız,  geçmiş olsun için ziyarete gelmişler. Güzel, hoş zatlar... Üstadımız bize bunlara ikram edin, sofra koyun buyurdu. Bir yandan hizmete bakılırken bir yandan da Mübarek o zatlara sordu ki: 

-Tanışalım. Siz kimsiniz, ben sizi ilk görüyorum. Nereden geliyorsunuz? Kendilerini tanıtırken dediler ki: 

-Ben filanca tarikatten, ben fişmanca tarikattenim… İçlerinden bir tanesi işgüzarlık yaptı dedi ki: “Bunlar bahsettikleri tarikatın meşayıhlarıdır. Bu filan zatın halifesidir, bu başka bir zatın halifesidir.” 

Adam böyle deyince biz de kulak kabarttık. Efendi Hazretleri’ne baktım bıyıkaltı gülüyor. “Mübarek olsun.” buyurdu. Ondan sonra bir menkıbe nakletti. Buyurdu ki,

-Bir gün Beyazıd-ı Bestami Hazretleri’nin huzuruna siyahlara bürünmüş bir zat geldi. Sarığı siyah, elbisesi siyah, poşusu siyah, cübbesi siyah, üstü hep siyah… Bestami Hazretleri ona buyurdu ki: 

-Kardaşım, ne bu hal böyle simsiyah olmuşsun. Böyle karalar giymenin sebebi ne? O da dedi ki:

-Ya şeyh, matemdeyim. Hazret,

-Geçmiş olsun. Neyin matemini tutuyorsun? diye sorduğunda, adam

-Rabbimi öldürdüm onun matemini tutuyorum, diyor…

Evet, sûfi sözleri acayiptir. Bir deli kuyuya taş atar dokuz akıllı çıkaramaz derler. Sûfi sözlerini anlamak gerçekten güçtür… O misafir, siyah giyinen zat ‘Rabbimi öldürdüm, onun matemini tutuyorum.’ deyince Beyazıd-ı Bestami o zata hakaret etmeye başlıyor: -Hâşâ huzurunuzdan- Seni mel’un, seni iblis gibi, ona yetmiş kez dayanılmayacak hakaretler ederek onu imtihan ediyor ki sözünün eri mi? Rabbimi öldürdüm derken ‘ben nefsime tapıyordum, nefsimi öldürdüm’ demek istiyor. Hazret de onu imtihan ediyor ki doğru mu söylüyor. Adam hiç başını kaldırıp Hazret’e bakmıyor. Beyazıd-ı Bestami buyuruyor ki: “El hak, doğrusun sen. Sana mübarek olsun bu yol. Sen, dediğin gibisin…”

Efendi Hazretleri de rumuz olarak o zatlara soruyor ki, “Siz de meşayıhsınız, siz de nefsinizi öldürebildiniz mi?” Onlar birbirine bakıyorlar. Mübarek onlara buyuruyor ki: 

-Sizin iki ihvanınız/talebeniz olsa, birisi şarkta birisi garpta olsa. İkisi de aynı anda sekerata/ölüm haline düşseler ve aynı anda sizden manevi bir yardım rica etseler, Allah da size lütuf buyursa/izin verse, siz onlara yardım etmeye muktedir misiniz? Dediler ki,

-Biz böyle şeyler ne işittik ne de biliyoruz. Mübarek onlara buyuruyor ki,

-Siz o zaman bu işi bırakın, halk partisine katılın. Gidin o partiye girin daha az günah alırsınız. Ankara’da halk partisine üye olun bırakın bu şeyhlik, halifelik iddiasını… 

İmam Efendi de buyuruyor ki: “Onda ‘ene’den eser kalmayacak.” Ecdad da buyurur ya: “Himmete muhtaç dede nasıl gayriye himmet ede…” 

Günümüzde bu iş çok cazip olmuş. İşitiyoruz filanca da halifelik almış, fişmanca da halifelik almış. Ellerinizden öper medreseye giden küçük bir kızım var. Allah hepinizin evladını bağışlasın, İslam’a hâdim kılsın. Medrese’de hocaları, sekiz yaşındaki bir kız çocuğuna, sormuşlar: “Bizim şeyhimiz falanca. Senin babanın şeyhi kim? Senin baban kime bağlı? Bizim kız bana anlatıyor: “Ben de dedim ki babamın şeyhi benim, babam bana bağlı. Hocalar kaldılar daha bir şey diyemediler.” Dedim “Kızım sana helal, doğrudur benim şeyhim sensin…” Bir ilim, irfan yuvasında nelerle uğraşıyoruz… 

Evine, nefsine, kendine mürşit olamayan insan, bu mânâda rüşdünü isbat edemeyen insana bakıyoruz ‘ben filanca zattan aldım’ diyor. Bir tarih bir cenazeye katılmıştım, kabristana kadar gittik, Allah cümle geçmişlerimize rahmet etsin. Dua yaptırdılar bize geri dönerken baktım koluma birisi girdi. Kendince bana iltifat ediyor, hal hatır soruyor. Ben de,

-Tanışalım, dedim. Dedi ki,

-Bana gümüş hoca derler. Öldüyse Allah rahmet etsin duruyorsa, Allah hidayet etsin, selamet versin. Şöyle baktım sakalsız, ağzı komple altın dişli gülünce dişleri görünüyor, kravatlı, güzel temiz giyimli birisi… Cenaze imamıymış kalabalıktan fark edemedim. 

-Memnun oldum hocam, dedim. 

-Ne iş yapıyorsunuz, diye sordu bana,

-Ticaretle uğraşıyorum. Siz ne iş yaparsınız? diye sordum,

-Meslektaşız, dedi.

-Siz de mi ticaret yapıyorsunuz, dedim. Güldü,

-Yok, o mânâda değil, dedi. Dedim ki,

-Benim başka bir işim yok, bir de boş gezenlerin yevmiyelerini yazarım.

-Çok esprilisiniz, dedi. Ben de dedim ki,

-Kardeşim ticaret değilse ne iş yapıyorsunuz? Dedi ki,

-Bize de meydan verildi… Bunlar tasavvufî terimlerdir. 

-Ne meydanı verdiler size? diye sordum,

-Âcizane irşadla uğraşıyoruz, dedi. 

-Yani mürşidsiniz, dedim. 

-Eh işte, Kadiri tarikatından bir meydan verdiler. O böyle konuşunca ben de dedim ki,

-Kardeş ben mürşid değilim, ben peygamberim. 

-Hâşâ, dedi.

-Niye hâşâ diyorsun, sen şu halinle, ağzını altınla doldurmuşsun, boynundaki haçla, istavrozla mürşid olmuşsun, birazdan da kutup olduğunu iddia edeceksin. Müsaade et ben de şu halimle peygamber olayım, niye çok görüyorsun? dedim. Cenazedekiler de gülmeye başladılar. Adam kaçtı...

Evet, tasavvufun felsefesi “Her gördüğün Hızır bil, her geceyi Kadir bil.” mantığı ama bazen bu aşırı merhametten maraz doğuyor. Hızır bileceğiz de Hızır da haddini bilsin. Herkes böyle Hızırlığa soyunmamalı…

Bunun için diyorum ki bu iş ondan bundan aldım meselesi değil. Allah’tan ve Peygamber’den bir şeyin varsa; sende istikamet, hidayet, muhabbet, ilim ve bu ilimle amel varsa; sende mükemmel bir ahlak varsa, sen de Bestami’nin yanına gelen zat gibi nefsini öldürebilmişsen ayağını öperim senin, ilk müridin ben olurum… 

Kâmil İnsan Kibriti Ahmer Gibidir


İmamı Rabbani Hazretleri bundan üç yüz sene önce diyor ki: “Zamanımızın şeyhleri bu meşiheti kılıkta kıyafette zannettiler. Başlarına iri sarıklar koydular, sakallarını uzattılar, oturunca boyunlarını büktüler, bol libaslar giydiler, derin derin inlemeye başladılar. Bu halleriyle karşıya ‘bizde bir şey var’ görüntüsü vermeye çalıştılar. Ellerinde şecereler çıkardılar, ‘biz şundan aldık biz bundan aldık, şu şuna verdi, bu bana verdi’ dediler. Bizim yolumuz ise öğrenmek ve öğretmekledir. Bizim yolumuz Allah’ın kitabını, Resûl’ün sünnetini ve ahlakını öğrenip öğretmektir. Başka bir şey yok bizde. Zamanımızda kâmil insan kibriti ahmer-kırmızı başlıklı kibrit gibidir. Meğerki Allah senin için onda bir nasip halkede, sen onu bulasın. Çünkü öyle bir durumdayız ki zamanımızda evliyayı tanımak Allah’ı tanımaktan zor olmuştur. Bütün kâinat Allah’a delalet eder, O’nu işaret eder, O’nun san’atını, kudretini, heybetini gösterir. Zamanımızda kâmil evliya hicabı beşere bürünmüştür. Tamamen beşeri sıfatları ile kendini örtmüş, ayân etmemektedir. Allah dilemedikçe sen onu tanıyamazsın.” 

Şimdi ortada gezip bas bas bağırıyorlar ‘ben mürşidim.’ Şahit olan kardeşlerimiz vardır, bir tarih birisi bana icazetinin fotokopisini göndermişti. Bununla neyi ispat edeceksin? İşte bana da filanca verdi… Bir başka zatın ziyaretine sohbetleşelim, dertleşelim diye gittim, inanır mısınız tam beş metre uzunluğunda bir icazet çıkardı. Çocuklara bayramda yeni ayakkabı, elbise aldıklarında sokağa çıkar hemen arkadaşlarına gösterirler: “Bak bana ayakkabı aldılar.” derler. Bunun gibi icazet gösteriyorlar.

Üstadımız, Sultanımız hilafet ile vazifelendiriliyorlar, emanet kendilerine veriliyor ve memleketine gönderiliyorlar. Buyuruyor ki yolda giderken aklıma geldi ki: “Sen bu yörede tanınmış bir âlimdin, ilimde otoriteydin bölgende. Hem de seyyiddin. Zaten herkesin sana hürmeti, saygısı vardı. Efendimiz’in ilmine varistin şimdi de seni O’nun maneviyatına varis kıldılar, o silsilenin halifesi oldun. Şimdi üstüne yeşil bir cübbe giyersin, başına şeyhlik alameti bir sarık sararsın, altına da beyaz bir post koy, millet gelsin gitsin . Bu yöre artık sana inabe eder, intisab eder. Bunca sene uğraştın, bu senin hakkındı...” Üstadımız buyuruyor ki, “Geliyorum ama içimdeki düşünceler de bunlar. Gidemedim, dergâha geri döndüm.” Büyük Şeyh Efendimiz (Ahmed Haznevi Hazretleri ksa) Üstadımızı görüp sormuşlar: “Molla hayırdır, niye döndün, niye geldin?” Üstadımız da buyurmuş: “Kurban şeyh oldum ama adam olamadım. Ben daha Müslüman olamamışım. Bu benim nefsim hâlâ kılıkla kıyafetle, yeşille, sarıyla renklerle meşgul. Oyuncaklarla oynayıp duruyor, varlık peşinde... Adam olmadan gitmeyeceğim… İcazeti geri verdim, istemiyorum. Bu benim başıma dert olur, dedim, Şahı Hazne de ses çıkarmadı bana…” Üstadımız üç ay daha kalmışlar. Devamla buyuruyorlar ki: “O hadiseden sonra her gece dergâhın tuvaletlerine iniyorum. Tuvaletleri bir kanalın üstüne yapmışlar, eski elbiselerimi giyerek gece o kanala girip, temizliyorum. Kimse beni görmesin, riya olmasın diye de korkuyorum o yüzden hep geceyi bekliyorum. Üç ay lavabo temizliği yaptım. Bir gün baktım ki kanalın öbür tarafından da bir ışık geliyor. Korktum bu kim, beni görecek sonra gidip cemaatin içinde diyecek ki ‘yahu Seyyid Abdülhakim’e bak. Adam hem seyyid, hem âlim, hem halife oldu da bak hâlâ tuvaletleri temizliyor. Ne mütevazı, ne gayretli bir insan…’ Ben nefsimden kaçıyorum nefsim şöhrete düşecek. Şimdi nasıl geriye çıkayım bu adam geliyor. Kim bu ya Rabbi! diye içimden dua ediyorum. Işık yaklaşınca baktım ki gelen şeyhim… Üstadım geliyor, o da eski elbiselerini giymiş, eline bir süpürge almış geliyor. Bana buyurdu ki: ‘Molla Abdulhâkim! Üç aydır buradasın. Ben de dedim ki herhalde Molla burada bir hazine buldu. Gideyim ben de ortak olayım. Ben seni tuvaletleri temizleyesin diye vazifelendirmedim, insanların gönüllerini temizleyesin diye vazifelendirdim. Çık buradan artık, tamamdır...” Ve öyle Türkiye’ye geliyorlar... Sürekli bunun endişesini duyarlardı. Ve bunun için bize vasiyeti şu idi ki “Şeyhlik kapısını kapatın dostluk kapısını açın…”

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR