CEHRİ ZİKRİ KABUL ETMEYEN ALLAH’I ANLAYAMAZ

Sual: Efendim, bir sohbette “Cehri zikri kabul etmeyen Allahu Teâlâ’yı tanıyamaz!” buyurmuştunuz. Bizler, her ne kadar gafletle yapmış olsak dahi, cehri zikir sonucunda tabiri caizse kabuğumuzda bir incelme hissediyoruz. İnsanın üzerindeki kirlerin temizlenmesi, kabuğunun kırılmasıyla biraz daha içindeki özü ortaya çıkabiliyor. Cehri zikrin bu gibi tezkiye edici özellikleri olmasına rağmen bunun kabul edilmemesi hususunda ne buyurursunuz?

Cevab: Tezkiyenin/temizlenmenin çok farklı yolları var. Ama bakıyoruz ki o yolların başında Cenâbı Hak buna tevhid kelimesi ile imkân lütfediyor. “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’n-Rasûlullah…” Bu mübarek kelime insanı küfürden, nifaktan, şikaktan temizliyor. Mü’min olmasını sağlıyor. Buradan anlıyoruz ki zikrullahın tezkiye üstünde çok büyük etkisi var. 
Yine bakıyoruz ki bir farklı temizlik/tezkiye metodu olarak Cenâbı Hak;
“İnne’s-salâte tenhâ ‘ani-lfahşâ-i velmunker. Veleżikrullâhi ekber...” (el-Ankebut: 29/45) buyuruyor.

Namaz bir zikirdir, tezekkürün en büyüklerindendir. “Veleżikrullâhi ekber” buyuruluyor ayette namaz için. Muhakkak ki namaz çok büyük bir zikirdir. Allah’ı namazla zikretmek çok yücedir, çok büyüktür.

Cenâbı Hak yine Cuma Sûresi’nde de namazı zikir olarak gösteriyor;
“Fes’av ilâ zikrillah” (el-Cum’â: 62/9) “Allah’ın zikrine koşun.” buyuruyor. Yani namaza, Allah’ı zikretmek için koşun. 

Burada da görüyoruz ki Cenâbı Hak bizi namazla münkerden ve fahşadan temizliyor. Cuma ayetinde Cenâbı Hak bu zikrin/namazın her şeyin üstünde olduğunu, “Sizin için bu çok hayırlıdır.” buyurarak bilirsek bizim için çok hayırlı olduğunu buyuruyor.

Cenâbı Peygamber oruç hakkında: “Oruç tutun, beyazlayın!” yani temizlenin, buyuruyor. Oruç da bir zikir…

Demek ki zikrullahın bütün nev’ileriyle, ister namazla olsun, ister oruçla olsun tezkiye üstünde çok büyük etkisi var. İnsanın iç âleminin temizlenmesi zikrullah ile. Bu tevhid/şehadet ile başlayıp namazla, oruçla, abdestle devam eder. Bütün bunlardaki kasıt temizliktir. Ve insan böylelikle tertemiz olur.

Demek ki zikretmeyen bir insan temizlenemez. Temiz olmayan bir insanın da Hakk’ı tanıması, anlaması mümkün değil. “Lâ ilâhe illallah” demeyen bir insan Müslüman olabilir mi? Hayır. Müslüman olmak ne demek; Allah’ı bilmek, Allah’ı tanımak demektir. Ama bu harekete bir kelimeyle, bir ifade ile başlıyoruz. Bunun için zikrullah temizleyici, erdirici, ulaştırıcı, olgunlaştırıcı. 

Zikrin cehri veya hafi olması konuma, duruma, şartlara göre… Cehri zikir zamanın konumuna göre önem arz etmekte. Cenâbı Peygamber bazı hadisi şeriflerde hafi/gizli zikrin, cehri zikirden yetmiş derece daha âlâ, daha efdal olduğunu buyurmuş. Muhaddisler/hadisçiler ile fukaha/fıkıhçılar ihtilaf etmişler. Muhaddislere göre cehri zikir üstün, evlâ. Fakihlere göre hafi zikir evla. Âlimler arasında bu ihtilaf olmuş. Ama günümüz şartlarına baktığımızda, bütün masiyet, isyanlar, tuğyanlar, gafletler, haksızlıklar yani nahoş şeylerin hepsi günümüzde cehridir. Aleni ve yüksek perdeden yapılmakta. Bunları bastırmak, izale etmek için mü’minin silahı, enerjisi de onların fevkinde olmalı. Mü’minin ibadeti, zikri, İslâmî yaşantısı da aleni olmalı, ses getirmeli.

Cenâbı Hak hac ile ilgili Sûre-i Bakara’da öyle buyuruyor. Kâbe-i Muazzama’ya, Makam-ı İbrahim’e müşrikler gelir orada putlarının isimlerini ve kendi asaletlerini, neseplerini, soy/soplarını yüksek sesle sayarak övünürlermiş. Cenâbı Hak bunların o fiillerine, o hareketlerine bir nazire bir misilleme olsun diye hac farz olduktan sonra Cenâbı Peygamber’e buyuruyor ki hac menasiklerini, hac vazifelerini yaptıktan sonra Makam-ı İbrahim’e gel, Allah’ın ismini yüksek ses ile orada an, Allah’ı yücelt. Öyle yüksek sesle ki o müşriklerin kendi babalarını, putlarını andıkları sesten daha yüksek bir sesle. Sen de Allah’ın ismini onların o şen’iliklerini bastırmak için daha yüksek bir sesle zikret. (el-Bakara:2/200)

Şimdi bugün bakın aynı durum… Bugün onlar putlarını, vesairelerini öyle yüksek seslerle, en üst perdeden dillendiriyorlar. Ve adeta her şeylerine onu katmışlar, her şey de onların ismini zikrediyorlar. Ârife tarifgerekmiyor. Öyle ise mü’minler bunlara nazire/misilleme olsun diye Allah’ın ismini yüceltmeliler ve Allah’ın razı olduğu işleri alenileştirmeliler. Bunların hepsi zikirden...

İşte bunun için deniliyor ki “Bunu anlayamayan Allah’ı anlayamaz.” Bugün ne acıdır ki bütün Müslümanlar bütün güçleri ile Allah’ın ismini, emrini, işlerini gizlemek için sanki söz birliği yapmışlar, her şey gizli. Hani böyle de bir söz var ya halk arasında “İbadet de gizli, kabahat de gizli.” Tamam, kabahat gizli ise ibadet de gizli olsun eyvallah da, kabahat gizli mi? Hangi kabahat gizli bugün?.. Bir kürtaj meselesidir gidiyor… Bu bir insanın en mahrem meselesi. Bu mahrem yerin ismine varıncaya kadar levhalara yazmışlar, sokaklarda dolandırıyorlar. Çok afedersiniz, binler kez sizlerden özür diliyorum, pankartlara yazmışlar; “Vajinamız bize aittir, dokunmayın!” Bu ne demek… Bugün hangi kabahat gizli ki sen, ben ibadeti gizleyelim. 

Bunun için zamanımızda cehri zikir, zulmeti, kasveti dağıtmakta bir tiryaktır. Bir kibrit nasıl ki bir oda karanlığı boğabiliyorsa yüksek sesle söylenilen Allahu Teâlâ’nın ism-i şerifi gafleti izale eder inşaallah. Ehli küfrün kalbine korku verir. Bu sebepledir ki savaşlarda Allah Allah nidalarıyla İslâm askeri düşman askeri üzerine yürür. Bayramlarda teşrik tekbirlerinin yüksek sesle getirilmesi bu yüzden vacib olmuştur. Hatta ne kadar yüksek sesle getirilirse o kadar faziletli. Allah’ın isminin ilanıdır bu. Adeta bir pankart açmaktır. Bir şem’adır cehri zikir, bir çıradır. 

Meseleye “Bizim yolumuz gizli, biz de usûl böyle…” diyerek sadece bir tasavvufî anlayış olarak bakmamak lazım. Mesele usûl meselesi değil, mesele dini muhafaza, Allah’ın nurunun yayılması meselesi… 

Dedik ya bu bilinç var elhamdulillah, hafi zikir yetmiş derece evla ama bu ortamına göre. Misal az ileride caddenin karşısında bir düğün salonu var, düğün oluyor. Orkestranın sesini hoparlöre veriyorlar, bangır bangır bütün Erzurum dinliyor. Bu bir zulmet, bir manevi radyasyon yayıyor. Bu radyasyonu neyle engelleyebiliriz? Biz de ona karşı bir tedbir, bir temkin geliştirmeliyiz… Bu zikrullahtır, ezanlardır… 

Kabukta incelme dediniz ya, zikrullah insana bu yönüyle bir manevi temizlik, bir olgunlaşma, incelik, letafet, nezaket getirir inşaallah. 

Sual: Efendim, ehli küfür bu tip meselelerde hemen birleşebiliyor da biz Müslümanlar bir türlü tevhidi oluşturamıyoruz. Her cemaat kendi bağlı bulunduğu yer için; “Kaynak bizde, gel sen de suyu kaynağından iç.” diyor. Ama kaynaktan beslendiğini iddia eden kişilerin yaşantılarına baktığımızda ciddi mânâda şer-i şerifin belirlediği ölçülerden sapmalar olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Hatta bu taassupla kendilerinden olmayan kişileri ötekileştiren davranışlarla karşılaşabiliyoruz. Bunun sebebi ne olabilir?.. 

Cevab: Bunun sebebi herkes dinin merkezine kendisini koyup diğerlerini adeta Müslüman kabul etmiyor. Problem burada. Bunu hep vurgulamaya çalışıyoruz biz, Türkiye’de imanın ve küfrün tarifi net değil. Müslümanlar bu iki kavramın tarifi üstünde müttefik değiller. İttifakla hepsi küfür şudur, iman şudur, diyemiyorlar. Böyle olunca bunlar sanki onların elinde bir red-kabul mührü gibi oluyor. Kimi seviyor, hoşlanıyorsa ona kabul mührü vuruyor diğer hiçbir ameline, fiiline, itikadına, anlayışına bakmıyor. Öbürünü sevmedi, ondan hoşlanmadıysa red mührünü vuruyor. “Bu filancaların uşağı,  filancalara hizmet ediyor, şuradan alıyor, buradan geliyor.” diyor… Kendisini merkeze koyuyor. Müslümanlar bu kavramlarda ittifak etmeli. 

Ehl-i küfür yıllardır Türkiye’de nasıl ki tevhid-i tedrisat adı altında bir birlik yaptı ve bütün beyinleri aynı klişeleşmiş mevzularla donattı. Bugün ehl-i iman da tevhid-i tebliğat yapmak zorunda. Ehem mühim sırasına göre tebliğde vahdet etmeliler. Bizim toplumumuzun hepsi üç aşağı beş yukarı aynı. Kültürümüz, yetişme şekillerimiz belli. Öyle ise bu topluma öncelikli neler verilmeli, bunda tevhid etmeliyiz. Her cemaat bundan başlayıp insanlığı kazanma adına askerlerin adımlarını aynı anda atması misali birlikte ilerlemeli. 

Bu yapılamıyor. Bu olmayınca da size göre iman olan bir şey karşıdakine göre nifak olabiliyor. Misal Filistin’de ve sair yerlerde yapılan intihar saldırıları… Bir kısım Müslümanlara göre bu cihad iken, bir kısım Müslümanlara göre bu intihar, küfür. Haberlerde bazı sözde İslâmî duyarlılığı olan cemaatlerin kanallarında bunları dinliyoruz. Birileri bu insanları direnişçi/mücahid diye gösterirken, birileri terörist diye gösteriyor. İşte bu imanın ve küfrün tariflerinin net olmayışından. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. 

Bugün Türkiye’de cemaat liderliği mevzuu da çok karışık. Bu işin bir standardı Türkiye’de yok. Misal devlet memurluğunda devlet bir standart getirmiş, KPSS diyor. KPSS’ye gir, kazanırsan memur olursun. Bugün Türkiye’de lider olmanın böyle bir kriteri yok. Ve bu liderleri araştırdığımızda nasıl yetişmiş, nereden gelmişler bunlar meçhul. Böyle olunca herkes kendini göze/kaynak olarak kabul edip başkalarını uzantı olarak kabul ediyor. Olsun, herkes kaynak olsun. Öbürü kolsa da yine o kaynağın kolu. O da yine o kaynaktan geliyor. 

Daha önce de yine belki nakletmişizdir. Biz geçmişte bir Kâdirî Sultanı’na mensuptuk. Bizim ilk tasavvufa intisabımız, yönelişimiz Kâdirî yoluyla oldu. O zaman da çevremizde Nakşibendîler vardı. “Biz deniziz siz deresiniz, bize gelin Nakşî olun.” diye bizi zorlarlardı. Tabi bu bizim de zorumuza giderdi. Bizi böyle küçümsediklerini, bir gün üstadımıza aktardık. Mübarek buyurdu ki: “Oğlum niye zorunuza gidiyor? Olsun, onlar deniz olsun. Dereler de akar denize gider. Denizde biriz bundan zorlanmayın.” Çok farklı bir bakıştı bu. Bugün herkes birbirine böyle baksa sorun olmayacak. Elbette herkes kaynak olamaz, biri kaynak olur ama önemli olan o kaynaktan beslenebilmek. Öbürleri de o kaynaktan besleniyordur. İnsaf etmek lazım.

Hucurât Sûresi’nin 11. ayetinde Cenâbı Hak lakap takma anlamında, sizden biriniz diğer bir kişiye veyahut bir kavme/topluluğa/cemaate isim takmasın, küçümsemesin, alay etmesin. Ola ki o kişi veya o topluluk/cemaat sizden daha hayırlı, daha mükemmel, daha olgun olabilir. Bunu siz bilemezsiniz, Allah bilir, buyuruyor. Mü’minler bu ayeti şiar edinmeli. Açıktan akidede, itikadi meselelerde bozukluk, sorun yoksa hüsn-i zan edilmeli. Ama itikatta bir rahatsızlık varsa, hak ile batıl birbirine karıştırılıyorsa o konuşulmalı, tartışılmalı… 

Böyle bir sorun yoksa o ayetin ışığında hareket edilmeli kimseye küçümseyerek istihza/alay maksadıyla, onu yok sayma amacıyla bakılmamalı. Dere de olsa, bir pınar da olsa, bir çeşme suyu da olsa neticede yol bulup denize gidecektir inşaallah. Sorun yok o zaman…

Sual: Efendim günümüzde bazı cemaat mensubu kişilere bağlı bulundukları cemaatin irşad metodu hakkında sorulduğunda doyurucu bir cevap alınamıyor. Mürşidinizle, hocanızla bir araya geldiğinizde nelerden konuşuyorsunuz, size hangi konuları anlatıyor, öğretiyor diye sorduğumuzda; “Şeyhimizin, hocamızın bize bir şey anlatmasına gerek yok, o zaten baktı mı bizim içimizdekini görüyor, o bize lazım olanı verir.” gibi cevaplar alabiliyoruz. Bunlar hakkında ne buyurursunuz, böyle bir şey olabilir mi?

Cevab: Eğer Allahu Teâlâ dilerse, o kişinin kalp gözünü, gönül gözünü açmışsa olur. Misal şurada bir arkadaşımız olsa, hafif rengi sarı olsa, halsiz olsa, gözleri bayık bayık baksa onun hasta olduğunu anlamak için doktor olmaya gerek yok. Hâli, durumunu ortaya koyuyor. Firaset sahibi, Allah Resûlü’nün de ifadesiyle “Allah’ın nuru ile bakabilen” insanlara Allah belli şeyler bildirebilir. 

Ama bu, bizim halimizi anlıyor, bir şey söylemiyor demek değildir. Allah söylememizi emrediyor. Cenâbı Peygamber bize dinin nasihat olduğunu buyuruyor. Ve hiçbir hâl ve kârda nasihatin terkedilemeyeceğini, afedersiniz bir çöpçüden tutun devlet başkanına kadar nasihatin gerekli olduğunu çünkü herkesin konumuyla ilgili yanlışlar yapabileceğini, yapmaya müsait olduğunu bize Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm Efendimiz buyuruyor. Kur’ân-ı Kerim de ma’rufun anlatılması üstünde ciddiyetle duruyor ve bizi sürekli bunda ikaz ediyor. 

Tasavvuf sadece sukût yolu değildir. Sukût da vardır bu yolda ama bu nasıl olur? Bütün dervişler o kemalâta gelir; harfsiz, hecesiz, sözsüz, gönülden gönüle bir iletişim kurabilecek kadar kâmil olurlarsa, onlar için konuşmaya gerek kalmaz. Buna murakabe denir. Evliyaullahın huzurunda hepsi murakabeye geçer, sanki bir online sistem gibi, kalpten kalbe iletişim olur. Ama bu, geneli karma olan meclislerde mümkün değil. Bunun için nasihat gerekli, dinin anlatılması gerekli.

Misal şuraya toplumun her kesiminden insanlar geliyor. Belki bilmediği nice şeyler oluyor. Bu insanların akidesini, fıkhını, ahlâkını, bu insanlara hakkı bâtılı, helâli haramı anlatmak lazım. Yüzümüze bakıyor halimizi anlıyor da bize ne veriyor peki? Bir şey yok. “O manen biliyor!” O biliyor da ben bir şey bilmiyorum, ben bir şey öğrenemedikten sonra… Bu vebal olur…

Hazreti Peygamber’in ashabının Peygamber’e sorduğu soruları, Peygamber meclisini düşünelim. Kim insanların hâlini Peygamber kadar bilebilir? Öyle iken O’na her şeyi soruyorlardı. Hatta sahabi diyor; “Biz ayakkabımızın bağının rengini, ayağımıza bağlayacağımız ipin rengini dahi Hz. Peygamber’e sorardık.” 

Cenâbı Hak da ayette bizlere sormayı emrediyor:
“...Fes-elû ehle’ż-żikri in kuntum lâ ta’lemûn” (el-Enbiyâ: 21/7)
Siz ehlini, ehil insanları bulunca o bilmediklerinizi sorun. Bu bize Kur’ân’ın öğretisi. Bunun dışına çıkamayız. Halk arasında da bu yaygındır; “İnsanlar konuşa konuşa anlaşır.” derler. Sohbetleşeceğiz, söyleşeceğiz. Çünkü bu din günümüze kadar böyle gelmiş. Nakille, konuşularak, aktarılarak gelmiş. Eğer o büyüklerimizin hepsi bugün bu insanların dediği gibi yapsaydı, halden anladık, konuşmaya gerek yok, deyip konuşmasalardı bugün bu dinin bilgisi elimizde olmazdı. 

Tasavvuf sadece susma değil. Tasavvuf büyükleri “Yolumuz sohbet yoludur.” buyuruyor. Bütün büyük evliyalar sohbeti önemsemişler ve yolun sohbet yolu olduğunu buyurmuşlar. Şâh-ı Nakşibend efendimiz “Hayır cemaatte, cemaat de sohbettedir.” buyuruyor. Yolumuz sohbet yoludur. Sohbet bir ta’limdir, bir tebliğdir, bir tedavidir. 

Bu bir menkıbe diye çok nakledilir… Şeyhin birinin yolu kitapçılar çarşısına düşmüş de orada bir müridini görmüş. Bakmış müridi kitaplara bakıyor, kitap alıyor. Ona sormuş,

-Oğlum sen burada ne arıyorsun? Mürid:

-Bir kitaba bakıyorum, demiş. Şeyh de:

-Sen kitapsız mısın? demiş…

Bu sözde bir menkıbe gibi kalmış ve anlatılır. Ne demek bu, ne anlıyoruz bundan? Mürid öyle çok okumaz, kitaba bakmaz. Kitapla, defterle müridin işi olmaz. Peki, ne olacak? Şeyhi onun halini biliyor, ona lazım olanı söyleyecek… Otuz sene gidiyorum, geliyorum bana hiçbir şey söylemiyorlar. Nasıl olacak peki bu iş? 

Geçen de dedim, camide ön safta kılan adamlara sorun, namaza kaç şeyle girilir, bilmez. Şimdi dergâhlara gidin, emin olun sözde eski, yakın, ileride olan müride sorun bir şeyler. Maalesef… Adamlar rüya tüccarı, rüyalarda mükemmeller. Hikâye esnafı adamlar, bol menkıbe biliyorlar. Sorun ona kaç tane hadis biliyorsun. Yok. Çünkü hiç hadis mevzu olmamış ki sohbette. Fıkıhtan, akaidden, siyerden sor bilmez. Peki, sen bu dergâhta ne alıp satıyorsun birader?.. Ama onlar deniz. Niyazi güzel diyor;

Topuğuna çıkmayan suyu deniz sanırsın 
Sen katreyi geçmedin, ummanı arzularsın

Hayal âleminde, hayalde yaşıyoruz. Hayalle bu yol başa gitmiyor…

Bırakın müridi ben kendi tarikatının, lideri olduğu tarikatın dersini veremeyen şeyh gördüm. Dersi tarif edemiyor ama etrafındaki insanlar diyor ki bu kutub… Kutub, dersini tarif edemiyor. Vitirde okuyacağı “Kunut Duaları”nı bilmiyor şeyh efendi. Diyorlar ki Allah buna ledün ilmi vermiş. 

Allah rahmet etsin. Burada Âşık Gülhani diye birisi vardı. Zaman zaman muhabbetleşirdik onunla. O dönemlerde de burada Çiftlik köyünden birisi kendine bir varlık vermiş, “Bana verdiler.” diyor. Ne verdiler sana, diye sorulduğunda mânâda bana bir saz verdiler, diyor. Sözde âşık olmuş. Başına yeşil sarık bağlıyor, yüzünde sünnet var, elinde saz. Bu adam Gülhani’yi gel atışalım diye sıkıştırmış. Gülhani demiş ki, benim edebim buna müsait değil. Ben senin gibi biriyle atışmam. Bu sarığın hürmeti var, onu çıkar. Şu yüzündekini kes, ondan sonra gel karşıma seni rezil edeyim. Ama şu haldeyken sana söz söyleyemem. Bu adam “Bana bu sazı mânâda verdiler.” deyince, Gülhani daralmış demiş ki; “Bu nasıl mânâ ya! Niye sana elif suparası, amme cüzü vermediler de eline saz verdiler. Nasıl bir mânâ bu? Sen Sübhaneke’yi bilmiyorsun, bana bade içirdiler diyorsun. Bana ledün ilmi verdiler. Senin eline elif cüzü verelerdi, Kur’ân’ı öğreneydin. Madem bu büyükler böyle veriyorlar, onların vermesi gereken şey bu. Sen tutturdun ki bana saz verdiler...” 

Şimdi bugün adamlar böyle. Denizler, deryalar, ledün ilmi verilmiş… Eyvallah, başım üstüne ama “Kunut Duası”nı bilmiyor. Bana anlatsana bakayım şu ledün ilmi nedir? Otuz senedir ilimle uğraşıyorum, ledün ilmi ne? Evet, böyle bir ilim var. Hâşâ bunu reddedemeyiz. Bu Allah’ın bir lütfu. Kur’ân bundan bahsediyor. Ama sana ne vermişler şunu bir söyle. Sen Kunut’u, namazı bozan şeyleri bilmiyorsun. Güya tarikatım dediğin yolun dersini birine öğretemiyorsun ama bana baktın mı benim halimden anlıyorsun, benim içimi, dışımı biliyorsun. Bu çocukların oyun oynaması gibi... 

Bugün maalesef tasavvufun gerçeği -istisnalar kaideyi bozmaz- ortada yok. Bugün tarikatçılık oynayan insanlar var ortada. Bunu bir rant kapısı haline getiren, nüfuz elde eden, el öptüren, insanların elindekini almaya çalışan veya bunu siyasi amaçla, değişik maksatlarla kullanan insanlar var. Böyle bir oyundur devam ediyor. 

Cenâbı Hak bunların şerlerinden bizleri muhafaza eylesin. Bunlara kutta-i tarik denilir. Bunlar yol kesen eşkıya gibidir. Çünkü insanların imanıyla oynuyorlar, imanlarına zarar veriyorlar…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR