BEŞ ŞEY GELMEDEN BEŞ ŞEYİN KIYMETİNİ BİLİN

Cenâb-ı Hak, bütün hadiselerle imtihan edildiğimizi beyan buyuruyor Kur'an'ı Kerim'in Kehf suresinde. Resûlullah Efendimiz de (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadis-i şeriflerinde belli şeyler elinizden alınmadan, elinizde olan belli şeylerin kıymetlerini, değerlerini bilin buyurmuşlar. “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bilin!” buyruluyor. Anlıyoruz ki hayat bir değiş tokuştan ibarettir. Yeryüzünde yaşadığımız sürece bir şeyleri değiş tokuş ederek yaşıyoruz. Bunların bazılarını görüp anlıyoruz. Bazılarını anlayamıyoruz. Neyi ne ile değiştiğimizi görmüyoruz. Biz belki verdiğimizi görüyoruz da karşılığında ne aldığımızı görmüyoruz. Ama hayatımız hep bu değiş tokuşla gidiyor. Bunun için, Mü’minin hayatı değerlidir. Mü’min için hayatını bu değerde muhafaza etmek ve kullanmak önemlidir. Mükâfat ve mücâzat yani sorumluluk, muhâkeme, muhasebe hep buna göre yapılacak. 

Hadis-i Şerif'te: “Hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini bilin!” buyuruyor Kainatın Efendisi. Sıhhat bir nimettir, hayatın kaynağıdır. Çünkü o olmadığı zaman hiçbir şeyin anlamı, kıymeti olmuyor. Ağzının tadı, dizinin feri olmuyor. Gönlünde sürûr, huzur olmuyor. Servetin, sâmânın bir anlamı, hükmü olmuyor. Hiçbir şey tat vermiyor sıhhat olmayınca. Sağlığının kıymetini bil. Kendini maddi ve manevi bütün tehlikelerden, maraza sebep olacak etkenlerden koru. Basit bir grip bile bazen ölüme sebebiyet verebiliyor. İnsan farkında olmazsa, -Allah esirgesin manevî virüsler de nifağa dönüşebilir. Sen basit bir mekrûhat gibi görürsün, basit bir şüpheli gibi görürsün ama bu sende bir nifağa dönüşebilir. 

Misal, bir illet sende kıskançlık olarak başlar. Sen belki adına gıpta dersin, kıskançlık hasede dönüşür, hased kine dönüşür. İçinden şirk ve küfür meydana gelebilir. Bunlar birbirini tetikleyen unsurlardır. Maddi sıhhatin gibi manevi sıhhatin de önemli. Buna dikkat edeceksin. Bunun için hayatın boyunca ibadet ve zikir dediğimiz ilaçları muntazaman kullanacaksın. Sana ayarlanmış doz üzere kullanacaksın. Beş vakit namaz emredilmiş, bunlar arada vitaminlerle takviye edilmiş. Teheccüdle, evvabinle, duhayla, işrakla... Bunlar vitaminler ama asıl ilaçlar beş vakit namaz. Düzenli devam edeceksin. 

Sonra zikirler bu ilaçların yanında antibiyotik gibi zikirler veriliyor, virdlerin var. Zikr-i Sultanî çekiyorsan, Zikr-i Sultanî'ye devam edeceksin; İsm-i Müfred'de isen düzenli ne adet verilmişse sana ona devam edeceksin; Ezkâr-ı Nebeviye tavsiye edilmişse o Nebevi Ezkâr'a düzenli olarak devam edeceksin... Az ve devamlı olan muteberdir, buyurulmuş. Manevi sıhhatin için bu gerekli. Adam gelip tez tez dersini arttırmak istiyor. Zannediyor ki  arttırırsam makbul kul, muteber ihvan olurum. Hayır, zikre devam edersen makbul ihvan olursun. Evrad-u ezkârına müdavim olursan makbul olursun. Adam dersini yapmadığı için bir önce ne kadar çektiğini bile unutmuş ama ders artırmak istiyor. “Önce ne kadar ders yapıyordun?” diye soruyorum, ne kadar yaptığını bilmiyor. Dersini yapmamış ama ben arttırayım diyor. Sen bir öncekini yapamıyordun. 'Yapamıyordun' diyorum, insaflı olmak istiyorum. 'Yapmıyordun' diye suçlamak istemiyorum ama birçoğumuz yapmıyoruz. Maalesef arkadaşlar, televizyona ayırdığımız zamanı Hakk'a ayıramıyoruz. Ezkâr'la evradla meşgul olamıyoruz. Kıraatla, tilavetle, mütalaa-müzakereyle meşgul olamıyoruz. Televizyonla veya daha başka şeylerle meşgul oluyoruz. Manevî sıhhatimiz için zikrullaha düzenli olacağız. Onların da ara vitaminleri var, takviye edebiliriz. Mesela Ezkâr-ı Nebeviye'de bize tarif edilenler asgaridir. Adetlerini çoğaltabiliriz, üzerine ilave edebiliriz. Bu şekilde uhrevi hayatımızı da düzene oturtmak zorundayız. Uyku saatinde uyuklamaya başladığımız gibi, yemek saatinde açlığı hissettiğimiz gibi zikrin ihtiyacını, Allah'a olan özlemimizi, hasretimizi, aşkımızı sürekli hissetmeliyiz. Acıkınca hissediyoruz, şiddetle yemeğe ihtiyaç duyuyoruz. Etraftan hep yemek kokusu alıyoruz. Ama ilme, irfana, aşka, muhabbete böyle ihtiyaç duyamıyoruz. Günlerce zikretmesek, derslerimizi yapmasak, Kur’an-ı Kerim'i elimize alamasak bizde bir özlem, bir burukluk, bir mahzuniyet, mahcubiyet olmuyor. Ben iki, üç gündür Kur’an okuyamadım, ama bu bende bir sıkıntı yapmıyor. Sevdiğimiz bir yemeği uzun süreli yemeyince özlüyoruz. Eve tenbih ediyoruz ki şu yemeği pişir, canım çekti, özledim. Teheccüd namazını hiç özlemiyoruz. Teheccüd namazlarını bilmiyoruz ki... Ondaki güzelliği, o gecelerdeki maneviyatı veya sizin tabirinizle; gecelerin romantizmini bilmiyoruz. Seherlerde kalkıp Hazret-i Allah ile baş başa olmanın, tenha olmanın ve sessiz gözyaşı dökmenin lezzetini bilmiyoruz. Tesbihi sanki yere dökülmüş inci tanelerini toplar gibi düşünemiyoruz. Misal, şuraya pırlanta serseler, altın liralar serseler ve deseler ki: “Bak yalnızsın, seni Allah'tan başka gören yok. Bunların hepsi senin, ne kadar alıyorsan buyur al. Nasıl itina ile toplarsın o inci tanelerini... Amandır birbirine dokunur, çizilir değerinden düşer diye pür itina gösterirsin. Allah'ı zikrederken de böyle itinalı olmalısın. Allah lafzını söylediğinde, o “hu” zamirinin ferahlığını, serinliğini, şevkini, coşkusunu kalbinde hissetmelisin. 'Allah' dediğinde, 'hu' zamiri kalbine öyle oturmalı ki, bir pres gibi kalbinde ğayri ne varsa onu boşaltmalı. İşte bu zikir, seni tatmin eder, kâmil eder, seni huzura kavuşturur. “Kalblerimiz Allah'ı anarak, Allah ile olarak, Allah ile olmaktan huzur bulur, saadete erişir” buyuruyor Cenâb-ı Hak. Zikir bize sıkıntı veriyor. Allah buyuruyor huzur verir. Biz sıkıntıdan yapamıyoruz. Allah için, meseleyi ciddi mukayese edelim. Allah'ımız Kelâm-ı Kadim'inde, bismillah “ela bizikrillahi tatmainnul kulub” buyuruyor... Sizin kalbleriniz Allah'ı anmakla, adeta uçar, kanatlanır. Ama zikir bize sıkıntı veriyor. Nasıl iş bu? Bir yerde yanlış olması lazım değil mi? Hâşâ ki Allah'ın işinde yanlışlık olsun. Sakatlığı kendimizde arayacağız o zaman. Demek ki biz zikretmiyoruz, başka hesapların üstündeyiz, bizim başka pazarlıklarımız var. “Hastalık gelmeden sıhhatin kıymetini bilin!” Ondan sonra bize gaflet geliyor. Gafletle birlikte farkında olamadığımız büyük dalaletler geliyor. Dalaletler musibetleri getiriyor. Fertlerden topluma yayılıyor. Toplumsal hadiseler meydana geliyor.

“Meşguliyet gelmeden zamanı değerlendirin!” buyuruyor Peygamber Efendimiz. Boş zamanın kıymetini bilin. Aslında Mü’minin boş zamanı yoktur. Mü’minin her anı kıymetlidir, alıp verdiği nefes kıymetlidir. Boşa geçirecek zamanı yoktur Mü'minin, vakitler nakit gibidir onun için. En büyük israf zaman israfıdır. Kalan şeyleri insan telafi edebilir. Misal, adam bir servet kaybediyor, Allah ömür veriyor, imkan veriyor. Onu yeniden tedarik edebiliyor. Ama boşa geçirdiğin zamanlar gidiyor. Hıyanetle, gafletle, dalaletle geçirdiği zamanlar gidiyor, onları bir daha telafi edemiyor. Zaman ya lehine işliyor, sana şefaatçidir, iyi şahittir; ya da aleyhine gelişerek senden şikâyetçidir. Zaman bu iki halin dışında gelişmez. Ya lehinedir, sana şefaatçidir; ya da aleyhine gelişerek senden müştekidir. Her saniyenden sorumlusun. Nefesini nasıl alıp verdin, nereye baktın, niçin baktın?.. Bakmanın sebebi neydi? Neyi düşündün, zihninde nelerle meşgulsün, bu düşüncelere niye daldın?.. Bütün bunlardan sorgulanacaksın. 

İnsanın üç dört tane çocuğu olsa, onların her birini mükemmelen eğitmek, terbiye etmek, helal rızık ile beslemek, güzel ahlâk üzere yetiştirmekle sorumludur. Birini yapıp öbürlerini ihmal edemez. O çocukların hepsi ona ilahî bir emanettir. Hepsine eşit bir muameleyle, adalet üzere, ahlâk-ı Muhammedî çerçevesinde o çocukları tekâmül ettirmelidir. Aynı çocuk misali, insanın bedeninde ona emanet edilen şeyler vardır. Bunların her birini aslına kavuşturmalı, mükemmelen terbiye etmelidir. 

Bedeni bir çocuk gibidir, onu helâl ile besleyip zahir-batın hastalıklardan ve ahiret azabından, kabir azabından korumaya çalışmalıdır. Bedenini cehenneme kütük olmaktan, kurda kuşa yem olmaktan kurtarmalı; ibadete, itaate alıştırıp muhafaza altına almalı. Bedenin tekâmülü bunun ile mümkün. Helal rızıkla ve measiyi terk edip ibadet ve itaatle bedeni terbiye edeceksin... 

Ruhun bir çocuk gibi... Ruhunu da koruma altına almalısın. Ruhunu alâyı illiyyine ulaştırmaya gayret etmelisin. Asliyetini bulmalı, geldiği yere dönmeli. Ten kafesindeki mahpusiyyeti, muhkumiyyeti son bulmalı. Ruhunu da aşkullah ile muhabbetullah ile, alâyı illiyyine urûc ettirmelisin. O da sülûkunu bu şekilde ikmal etmiş olmalı. İhmal edemezsin. 

Aklın bir çocuk gibi... Aklını selimiyyete ulaştırmalı, akl-ı selim sahibi olmalısın. Aklı maâş olmaktan kurtulup mâad akla ulaşmalısın. O da bir çocuk gibi, o da terbiyeye muhtaç. Tefekkürle aklını zilletten, cinnetten, rezalet ve hezimetten korumalısın. Tefekkürle, sürekli beyin jimnastiği yaparak sun’i ilahi’yi düşünmelisin. Allah’ın mükemmel sanatlarını, kudretlerini, kuvvetlerini, hey’et ve heybetini, sıfat-ı ilahiyyesini, ef’al-i subhaniyyesini düşünerek aklını da mükemmelleştirmeli, Akl-ı kül’e ulaşmalısın. Ve aklınla vahyi ilahi ile  tev'em hale gelmeli, adeta Kur’an’la ikiz hale gelmelisin. 

Kalbin de bir başka çocuğun... Kalbini de korumalısın. Kalb, takallub eden, sürekli değişen, dönek bir haldedir. Kalb, Arapça kulb kelimesinden geliyor. Yuvarlak, hareketli, dönebilen, sabit olmayan anlamlarında. Böyle bir kulb iken, hareketli iken, kalbini gönle inkılab etmelisin. Kalbin gönülleşmeli, engin ve zengin bir ummana dönüşmeli. Marifetullah’ın, tecelli-i ilahî'nin merkezi olmalı, hikmet membaı olmalı, sevgi yumağı olmalı kalbin. 

Bunlar birer emanet sana. İşte bunun için diyorum ki “Senin boş zamanın yok.”  Keşke zamanın olsa da, zaman bulabilsen de bunlara daha ziyade vakit ayırsan, bunlarla daha ziyade meşgul olsan. Bunlar kendinle alakalı. Bunlarla da bitmiyor, daha senin çok emanetlerin var. Senin sırrın var, hafan var, ahfan var, sırrın sırrı var... Çözülmeye, idrak edilmeye, anlaşılmaya muhtaç. Evet, kendini tanımadıkça, kendini çözmedikçe başka bir şeyi çözemezsin. 'İçeriden içeri, bu âlemden içeri' diyor ya Yunus Emre. Âlemden içeride âlem var, âlemler var. Sen daha yolun başlangıcındasın, önünde çok uzun bir menzil var. Gözlerini kapatarak bu yolculuğu tamamlayamazsın. Gözünü, gönlünü, kulağını, zihnini dört mü açacaksın, sekiz mi açacaksın, sen bilirsin… 

Kimsenin elinde sihirli bir değnek yok arkadaşlar. Sakın beklemeyin biri gelir de sihirli değneği bana dokunur, her şey olur biter. Bunlar hikâye hadiselerdir. Bunlar menkıbelerde olur, hakikat her zaman böyle tecelli etmez. Bu yol senin yolundur, bunu yürüyeceksin. Çünkü bu yoldan sorgulanacaksın. Nasıl ki Miraç dönüşü Cenâb-ı Peygamber’e (Sallallahu aleyhi ve sellem) Kudüs’ü sordular, Mescid-i Aksa’yı sordular, camını, kapısını, penceresini sordular. Hâlbuki onlara gitmemişti Sultanu'l Enbiya. Pencereleri görmek, kapıları çalmak için gitmemişti. Ama sordular ve söyledi. Kapıların hangi yöne açıldıklarına, pencereleri de adetlerine varıncaya kadar söyledi... Sana da sorarlar. Ne söyleyeceksin? Onun için diyorum ki gözünü dört aç, sihirli bir değnek bekleme, hikâyelere takılıp kalma. Tasavvuf, hikâyeden ibaret değildir. Tasavvuf mutlak gerçeklerle doludur. Gerçeğin dışında hiçbir şey yoktur tasavvufta, özellikle de Hâcegân yolunda... İslamî, Kur'anî hakikatlerin dışında, Muhammedî ahlakın, Muhammedî rabıtanın dışında hiçbir şey yoktur. Hâcegân yolu bütün hikâyelere kapalıdır. Bunu bilerek bu yolda yürümeye çalış. Bu yolda kerâmet, kerâmet-i akliye ve kerâmet-i ilmiyedir. Başka bir kerâmet yok. Her tarafınız keramet olsa, her haliniz bir kerâmet olsa sizi yine istikametlerinizle değerlendirirler. Mustakim değilseniz hiçbir itibarınız olmaz bu yolda. İster denizde yüzün ister havada uçun. Cüneyd-i Bağdadî öyle buyuruyor “Balıklar da yüzüyor, sinekler de uçuyor.” İnsanın onlara özenmesi kendine yazık etmesi demektir. İnsan eşref ise, ekmel ise şerefini bilmeli. Balığa, sineğe özenmemeli. Kime özenmeli? Ebu Bekir Sıddık’a özenmeli, Ömer Faruk’a özenmeli, Selman-ı Faris’e özenmeli... İnsanın örneği bunlar olmalı, sinekler değil. Bu yolda sineklerin hiçbir hükmü yok. 

Sineğin de bir rolü var aslında. O devrin Abbasi halifelerinden Abbasilerin zalim sultanlarından biri istihza için Seyyidena Cafer-i Sadık’a soruyor: “Cenâb-ı Hakk'ın her yarattığında bir hikmet var, bütün hilkati, yaradılış gerçeği bir hikmete, bir sanata dayanmakta.” O esnada bir sinek vızıldıyor, halifeyi rahatsız ediyor, “Şu mahlûku yaratmaktaki hikmeti ne ola ki? Sineği niye yaratmış, Sinekteki hikmet ne?” diyor. Hazreti Cafer buyuruyor ki: “O Allah’ın büyük mücahidlerindendir. O muazzam bir ordunun kumandanı gibidir. Sinek öyle bir kumandandır ki Allah o kumandan ile azılı düşmanı Nemrut’u helak etmiştir. Nemrut’un burnuna girerek saltanatını devirmiştir.  Bundan daha yüce bir hikmet olabilir mi?.. Ebrehe’nin filleri gibi, bir sinek Nemrut’un saltanatını devirmiştir.” 

Bu açıdan bakınca 'keşke sinek olsaydım' diyoruz, değil mi? 'Allah’ın bir sineği olsaydım!' Keşke nefis nemrudunun karşısına çıkabilsem, nefsimin saltanatını devirebilsem o zaman bir sinek olsam... Allah’ın sineği olmak ne büyük şeref...  Hitab-ı İzzet'e mazhar olmak. Vahyettik sineğe buyuruyor Cenab-ı Hak, bir arıya vahyettiğini müjdeliyor. Ama sen sineğin mücahidlik yönünü örnek almıyorsun. Nemrutları, Firavunları helak eden yönünü örnek almıyorsun. Senin hoşuna giden sana göre özgürlük, sineğin uçması. Ama o özgürlük ona neyin karşılığında verilmiş onu düşünmüyorsun. Sen uçmak istiyorsun ve bunun adı da kerâmet diyorsun. Önce kemâlatı gör. Demek ki o kerâmet, kemâlatın meyvası. Sineğin yaptığı cihada karşılık, hizmete karşılık ona verilen bir ikram... Şu halde sen ne yaptın ki, ne bekliyorsun? Hangi nemrudu hangi firavunu helak ettin? Hangi küfür saltanatını devirdin, hangi iman meş’alesini yaktın? Hangi burçları aydınlattın? Kerâmet bunların karşılığı olursa güzel. Yoksa kerâmet karşılıksız, karşılığı olmayan borç gibidir. Onu ödemen çok zor olur, altından kalkamazsın. Talip olmanı hiç tavsiye etmem. 

Bunun için zamanını iyi değerlendir. Boş zamanını iyi değerlendir ki farklı meşguliyetler gelip seni işgal ettiğinde, istila ettiğinde önceden hazırladığın, yaptığın bir şeyler olsun. Yoksa ansızın yakalanıverirsin, fırsat da tanımazlar. “Ne bir saat öne ne de bir saat sonraya takdim ve tehir mümkün değildir” buyruluyor. Ecel, ne bir saat öne alınabilir ne de bir saat arkaya tehir edilebilir. 

Allah fırsat verirse önümüzdeki haftaya devam ederiz ama anlatılanları düşünün, birbirinizle de mütalâa-müzakere edin. Cenâb-ı Hak yâr ve yardımcımız olsun. Hayatın gerçekten bir imtihan olduğuna anlayıp her türlü maddi ve manevi hastalıklardan korunup, zamanımızı iyi değerlendirebilmeyi, zamandan gereği gibi istifade edebilmeyi ve yaşadığımız bu zaman dilimi içinde hakikate duhûl edip, Hakk'a vusûl edebilmeyi Cenâb-ı Hak hepimize kolaylaştırsın. 

*Sohbet Yakub Haşimî Hocaefendi'nin 25.12.08 Cuma Günü yapmış olduğu sohbetten alınmıştır.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR